T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Gül hükümetinin asıl önceliği

3 Kasım 2002'de Ak Parti'yi ezici bir seçim zaferine taşıyan belli başlı iki faktör var: Ekonomi ve Tayyip Erdoğan.

Şöyle de ifade edebilmek mümkün: Eğer, 21 Şubat 2001 ekonomik krizi olmasaydı, Ak Parti -ki kuruluşu 2001 sonbaharı- böylesine kesin bir oy çoğunluğu ile 'tek parti hükümeti' kuracak şekilde seçimi kazanabilir miydi sorusunun cevabı 'hayır' olur.

Ekonominin durumunun, Ak Parti'nin seçim zaferindeki etkisi tartışılmaz. Dolayısıyla, Abdullah Gül hükümetinin de 'ekonomi öncelikli' bir 'icraat hükümeti' olarak tasarlanmış olması da gayet tabiidir. Nitekim, 'piyasalar', 4 Kasım'dan itibaren olumlu tepki vermektedir. Abdullah Gül'ün ismiyle birlikte dolar, aylardır ilk kez 1.600'ün altında düşmüş, hükümetin açıklanmasıyla birlikte İstanbul Borsası, aylardır ilk kez 14.000 bandının üzerine çıkmıştır.

Ak Parti seçim zaferinin -yine tartışılmaz- ikinci faktörü 'Tayyip Erdoğan karizması'dır. Türk seçmeni adeta İsrail'de başbakanlık seçimi yapılıyormuşcasına davranmış ve seçimlerden bir ay önce seçimlere katılması ve dolayısıyla muhtemel başbakanlığı engellenmiş olan Tayyip Erdoğan'ın başbakanlığı için oy vermiştir.

3 Kasım sonuçlarının, 28 Şubat'ı iptal eden ve 'demokrasi tarihimiz'de yerini alacak olan bu yönüdür. 3 Kasım seçimlerini, sadece, ekonomik şartlara bir 'tepki oyu' seçimi boyutlarından çıkartıp, bir 'demokratik kilometre taşı' haline dönüştüren de bu yönüdür. Yasaklı Tayyip Erdoğan'ın yasaklarının kaldırılıp, başbakanlık için önünün açılmasını sağlayacak 'referandum' yönü. Ak Parti'ye 550'de 363 sandalye kazandıran yönü.

Ak Parti'ye iktidarını ya da bir başka deyimle 'Abdullah Gül hükümeti'ni kazandıran ekonomi ve Tayyip Erdoğan faktörü olmakla birlikte, ilginç biçimde, iktidar süresini ve iktidarının kök salıp salmamasını belirleyecek olan 'dış politika' ve dış politika bağlamında öncelikle 'Kıbrıs sorunu'nun alacağı haldir.

Çünkü Kıbrıs sorununun çözümü, Avrupa Birliği genişleme takvimiyle irtibatlı olarak, 28 yıldır ilk kez BM Genel Sekreteri Kofi Annan Planı ile Türkiye'nin ve Kıbrıs Türk toplumunun 'çıkarlarına uygun biçimde' yakın gelecekte mümkün hale gelmiştir.

Kofi Annan Planı'nın üzerinde 'Basis For Agreement on a Comprehensive Settlement of the Cyprus Problem' yazıyor; yani 'Kıbrıs Sorununun Kapsamlı bir Çözümüne dair Anlaşma için Temel (veya Zemin'. Bir an önce kabul edilmesi ve imzalanması gereken bu.

Peki, 'müzakere' edilmeyecek mi? 'Harita' önerileri -ki, iki ayrı harita önerisi var- tartışılmayacak mı?

Müzakere de mümkün, 'harita' ya da 'haritalar' üzerinde tartışma da. Çünkü, kabulü ve imzalanması gereken bu 'temel' ya da 'zemin'in birinci maddesinde 'Taslak Ekler'den söz ediliyor. Harita ya da haritalar, bu 'Taslak Ekler' arasında yer alıyor ve birinci maddenin son cümlesi aynen şöyle: "Burada bir anlaşmaya temel olarak kabul edilen Taslak Eklerin bütünüyle nihai olarak bir sonuca bağlanması 28 Şubat 2003'ten daha geçe kalmamalıdır."

Yani, 28 Şubat'a dek 'müzakere süresi' mevcut. Şu anki mesele, Kofi Annan'ın sunduğu Kıbrıs Planı'nı bir 'anlaşma' için bir 'zemin', bir 'temel' olarak kabul edip etmemek. Kıbrıs Rum tarafı -içinden gelen tüm çatlak seslere ve üstelik Kilise'nin karşı çıkmasına rağmen- ve Yunanistan kabul etti.

Peki, 28 Şubat 2003'e dek müzakerelerde bir anlaşma sağlanmazsa ne olacak? O takdirde, BM Genel Sekreteri'ne Taslak Ekleri sonuçlandırma yetkisi peşinen kabul edilmiş olacak ve son şeklini alacak olan anlaşmanın 30 Mart 2003'te hem Türk ve hem de Rum taraflarında referanduma sunulması gerekiyor. Referandum, anlaşmanın içeriği ve niteliğinden ötürü, AB'ye katılmaya 'evet' referandumu da olacak.

Yani? Yani, neyin müzakeresi isteniyor ve gerekiyorsa, onun için yeterli süre var.

40 yıllık Kıbrıs sorunu, öyle iki ay içinde 'aceleye getirilip' ve 'zaman baskısı altında' çözülebilir mi?

Bu, sorunu çözmek istememenin ve 'çözümsüzlük en iyi çözümdür' politikasına devam etmek istemenin bir gerekçesidir. Çözmeye niyeti olmayanların, ipe un serme gerekçesi, tam da bu sözlerle ifade ediliyor. 28 yıldır Kıbrıs sorununa ilişkin üretilmiş çözüm formüllerinin, kağıtların, yapılan dolaylı-dolaysız görüşmelerin, ikili zirvelerin vs. haddi hesabı yoktur. Mesele, gelip, bir 'çözüm iradesi'nin bulunup bulunmadığına, Türkiye'nin ve Kıbrıs Türk toplumunun 'AB'ye giriş iradesi'nin olup olmadığına dayanmıştır.

O yüzden, 12 Aralık 2002 yani Kopenhag Zirvesi'ne dek çok hızlı hareket etmek ve 'Anlaşma için Zemin'in bir an önce kabul edilmesi gerekiyor. Öğrendiğimize Rauf Denktaş'ın hastalığı, kendisinin 10 gün daha New York'ta hastaneden çıkmasını engelliyormuş. Kofi Annan Planı'nda Rauf Denktaş'ın ismi yazılı imza yeri boş duruyor.

Aynı 'metin'de Glafkos Klerides'e ayrılmış bir imza yeri ve iki Kıbrıslı liderin -ki, anlaşma metnine göre kabulü halinde Rauf Denktaş da üç yıl süreyle Kıbrıs Cumhurbaşkanı sıfatını, Klerides'le eş yetkilerle taşıyacak- isimlerinin altında 'garantör devletler' olarak statüleri muhafaza edilen Yunanistan Cumhuriyeti, Birleşik Krallık ve Türkiye Cumhuriyeti'ne ve bunların altında tanık olarak BM Genel Sekreteri Kofi Annan'a da imza yerleri ayrılmış.

Denktaş'ın sağlık nedenlerinden ötürü, Türkiye'nin hareketsizliği ne kadar sürebilir?

Sürmemeli. Zira, 12 Aralık'ta Türkiye, Kopenhag'da AB'den 'müzakere tarihi' kopartmayı gerçekten istiyorsa; AB üyeliğini 'ciddiye' alıyorsa; Tayyip Erdoğan, müthiş bir dinamizmle Avrupa başkentlerini gerçekten bir amaca ve bir sonuç elde etmeye yönelik turluyorsa; Ak Parti'ye iktidarını ya da bir başka deyimle 'Abdullah Gül hükümeti'ni kazandıran ekonomi ve Tayyip Erdoğan faktörü olmakla birlikte, ilginç biçimde, iktidar süresini ve iktidarının kök salıp salmamasını belirleyecek olan 'dış politika' ve dış politika bağlamında öncelikle 'Kıbrıs sorunu'nun alacağı haldir.

O nedenle, Abdullah Gül ve yeni Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış'ın derhal, hiç vakit geçirmeden -zira vakit kalmadı- 'çözümsüzlük en iyi çözümdür' politikasıyla özdeşleşmiş Dışişleri ekibinde değişikliğe gitmeleri şarttır. Mümtaz Soysal'dan başlayarak, şu dönem Türk Dışişleri'nde Kıbrıs konusuyla çeşitli düzeylerde irtibatlı kim varsa, Şükrü Sina Gürel'le kim bu konuda çok yakın işbirliği içinde çalışmışsa, Tayyip Erdoğan'a önceki hafta kim 'devlet politikası' namına babalanmış, kim birkaç gün önce onu KKTC'de yanlışa sevketmişse; bütün bunların bir 'yeni siyaset iradesi' anlamında değiştirilmeleri gerekiyor.

Ardından, Rauf Denktaş'ın 'ulusal kişiliği' ve Türkiye ile her vakit eşgüdüm içinde davranma titizliği kendisine hatırlatılarak, Türkiye'nin ve dolayısıyla Kıbrıs Türk tarafının 'yüksek ve stratejik çıkarları' gereği, önümüzdeki kısa vade içinde 'yeni Ankara' ile uyumlu adım atması sağlanmalıdır.

Bunlar, vakit geçirmeksizin yapılmadığı takdirde; sadece Türkiye ve Kıbrıs Türkleri, kendi lehlerine muazzam bir tarihi fırsatı kaçırmakla kalmayacaklar. 'Türkiye'nin AB'ye sırt çevirmesi' olarak içerde-dışarda algılanacak tutumun ekonomi üzerinde doğuracağı 'yıkıcı domino etkisi'yle, Abdullah Gül hükümeti, ağzıyla kuş tutsa baş edemez.

Tayyip Erdoğan iktidarının süresi ve hatta kaderi, Abdullah Gül hükümetinin, Kıbrıs konusundaki hareket yeteneği ve süratine bağlı...


20 Kasım 2002
Çarşamba
 
CENGİZ ÇANDAR


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Ramazan| Arşiv
Bilişim
| Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED