|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Tayyip Erdoğan'la 'Avrupa Birliği'ni kovalamak' demek, koca bir haritada bir ülkeden diğerine koşmak, bir havaalanından diğerine konmak, zamanla yarışmak demek. Bu koşuşturmanın önemli bir bölümü uçarak yapılıyor. Zaman sıkışıklığınden ötürü uçarken yazabiliyorsunuz; yazarken uçuyorsunuz. Mesela ben bu yazıyı uçak Helsinki'ye yaklaşırken, havada, yazıyorum... Ankara'dan Avrupa'yı enlemesine geçip Portekiz'e vardıktan, bütün bir öğleden sonrayı Lizbon'da geçirdikten sonra gece karanlığını bütün Avrupa'yı kuzeye doğru katedip ta Finlandiya'ya gelmek, Helsinki'ye ulaşmak için adeta saplantı halinde bir 'hedef', bu 'hedef'e kilitlenmiş 'irade' ve o 'irade'yi böylesine geniş bir coğrafyada ve kısacık zaman diliminde dur durak bilmeden harekete geçirecek 'enerji' gerekiyor. 'Hedef'in adı Avrupa Birliği; irade ve enerji ise, tek bir kişilikte buluşmuş vaziyette: Tayyip Erdoğan... Nice cumhurbaşkanı, nice başbakanla ne coğrafyalar dolaştım. Turgut Özal ile Amerika'da, Avrupa'da, İran'da, Ortadoğu'da, Balkanlar'da, Sovyetler Birliği'nde, Orta Asya'nın Türk cumhuriyetlerinde; Süleyman Demirel ile Ortadoğu'da, Kızıldeniz'in ta dibinde, Balkanlar'da; Tansu Çiller'le Amerika'da, Balkanlar'da, Ortadoğu'da, Avrupa'da; Necmettin Erbakan'la Yakın Doğu'da, Uzak Doğu'da... Hiçbiri bu kadar kısa süre içinde böylesine uzun mesafelerde nefes nefese bir yarışa benzemiyordu. Bir gece önce İstanbul'da; ertesi sabah Ankara'da; öğleden sonra Lizbon'da okyanus kıyısında, aynı günün gece yarısında Avrupa'nın çatısında, Baltık sahilinde Helsinki'de... Ve, sizler daha bu yazıyı okumadan Kopenhag'da olacak, orayı tamamladıktan sonra İsveç'te, Stockholm'de uyuyacağız. Bu yazıyı okuduğunuz sıralarda herhalde Paris yoluna koyulmuşuzdur. İnternet çağında, yazıdan daha hızlı uçtuğumuz 'uçuk görünen' bir seyahat bu. Şunun şurasında kendi kendimize bir tür 'Türkiye için kader günü' haline soktuğumuz AB Kopenhag Zirvesi'ne topu topu 15 gün kala, 'Türkiye'nin geleceğe seyahati'nin önüne düşen Tayyip Erdoğan'la beraberiz ve bu Tayyip Erdoğan, şu ara ne Cumhurbaşkanı, ne Başbakan, ne bakan... Gelgelelim, Lizbon'da gördüm biliyorum; Helsinki'de de göreceğimden eminim ki, motorsikletle polislerin eskortunda, AB başkentlerinde trafik durdurulacak ve 'en yüksek protokol' ile ağırlanan bizim konvoyumuz ya o ülkenin başbakanı ve/veya cumhurbaşkanı ile görüşme mahalline ya da kalacağımız mekana hareket edecek. Bu Avrupalı saygılı muamelenin muhatabı Tayyip Erdoğan, hiçbir resmi sıfata sahip bulunmadığı için Türkiye'de bir yerden diğerine böyle gitmiyor. Zaten onun cebinde de bizim pasaporttan yani mavi pasaporttan gayrısı yok. Yol boyunca da dikkat ediyorum, bizden biri gibi davranıyor. Türkiye halkının yeni, genç, dinamik lideri ve o halkın sade bir parçası. Muhtemelen, 'sandık devrimi'nden tam da bu sebeple 'muzaffer' çıktı ve bu 'Avrupa yürüyüşü'ne böylesine bir güçle koyulabiliyor.. Bizden biri. 'Bizden biri'ne, bir 'mavi pasaportlumuz'a böylesine bir protokol uygulanmasından, yanıp sönen mavi lambalı motorsikletle polis eskortundan gururlu bir mutluluk duyuyorum. Bir meslektaşımız, Tayyip Erdoğan'a Avrupa başkentlerinde gösterilen bu muameleyi, kendisinin 'Türkiye'de yasaklı' ve 'seçilmesi engellenmiş' bir kişi olmasına rağmen 'Türkiye'deki seçim sonuçları'na, 'Türkiye halkının tercihi'ne ve dolayısıyla 'demokrasiye' Avrupa'nın 'demokratik kültürü'nün sonucu olarak gösterilen 'saygı' ile izah etti. Herhalde daha geçerli başka bir izah olamaz. Tayyip Erdoğan'ın da 'demokrasi mücadelesi' veren, bizzat kendi varlığı Türkiye'nin AB üyeliğini 'elzem' kılan bir 'yasaklı' lider olarak, müthiş bir enerjiyle Türkiye'yi 'uçarak' AB'ye sürükleyen bu gayreti ile bu 'demokratik Avrupa' pek uyuşuyor. Nitekim, Tayyip Erdoğan'la 'Avrupa turu'nun ilk bölümüne katılmış meslektaşlarımızın belirttiğine göre, Türkiye'ye gösterilen anlayış ve yakınlığın İtalya ve Yunanistan'dakiyle kıyaslanabilecek, hatta onları dahi aşan ölçüde olduğu Portekiz'de liberal-demokrat Başbakan Barusso, 'Türkiye'nin AB'nin bekleme odasında tutulmasının kabul edilemez' olduğunu söyledi. ... Bu arada, Helsinki'ye koyu bir sis arasında, karlı bir zemine inerek vardık. Gece yarısını geçmişiz. Sabahın erken saatleri, 02:00 dolayı... Akıl almaz bir tempoyla, Türkiye'nin 'yitik zamanı' kapatılmaya çalışılıyor sanki. Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış, daha koltuğuna oturamadan New York'a uçtu, Rauf Denktaş'la görüştü; Lizbon'dan beri onunla da beraberiz. Volkan Vural, AB Genel Sekreterliği konumunun bütün bilgisini, Tayyip Erdoğan ve tıpkı onun gibi 'pozitif enerji' dolu genç Ak Partili milletvekillerinden oluşan heyete sunmak üzere bu seyahatte. Onun da aklı fikri, 35 dolayındaki basın mensubunun kulaklarının dikildiği, Kıbrıs'la, daha doğrusu BM Genel Sekreteri'nin Planı'na New York'tan Denktaş'ın takınacağı tavıra ve Ankara'nın bu konudaki 'siyasi kararı'na takılı. Helsinki'de saat 03:00'e doğru otel lobisinden adımlarımızı içeriye atıyoruz ve 'Nokia ülkesi'nde açılan cep telefonlarımıza ulaşan mesajlardan Denktaş'ın New York'ta olumsuz sinyaller verdiği haberleri geliyor. Gelen haberler tüm heyete yayılıyor. Kıbrıs'a ilişkin yapılacak yanlış, kaçırılacak 'tarihi fırsat' veya alınamayacak 'tarihi karar', atılamayacak adım; acaba Tayyip Erdoğan'ın Avrupa'nın bir ucundan bir ucuna tüketici bir enerjiyle ortaya koyduğu 'AB çabası'nı anlamsız mı kılacak? Kopenhag ve Stockholm sonrası görüşmek üzere. Belki bu sorunun cevabını da bulmuş oluruz...
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Ramazan| Arşiv Bilişim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |