T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Başörtüsü, dünya ve Türkiye

Başörtüsü hakkında bir diğer yalan da, örtünmenin Atatürk devrimlerine aykırı olduğu iddiası. Oysa Atatürk döneminde başörtüsü yasağı yoktu. Bu husus, sadece eşi Lâtife Hanımın tesettürü ile ortaya çıkmıyor.

Konya toplantısı

Konya'da Hilâliahmer Kadın Şubesi'nin tertip ettiği bir çay ziyafetinde (21.3.1923'te) Atatürk kılık kıyafet konusunda düşüncelerini açıklıyordu: "...Memleketimizin bazı yerlerinde, en ziyade büyük şehirlerinde, tarzı telebbüsümüz (giyim kuşam biçimimiz), kıyafetimiz, bizim olmaktan çıkmıştır. Ya ifrat, ya tefrit. Ya çok kapalı, çok karanlık bir şekli harici gösteren bir kıyafet, veyahut Avrupa'nın en serbest balolarında bile kıyafeti hariciye olarak arz edilemeyecek kadar açık bir telebbüs. Bunun her ikisi de, şeriatın tavsiyesi, dinin emri haricindedir. Bizim dinimiz, kadını, o tefritten de, bu ifrattan da tenzih eder. Dinimizin tavsiye ettiği tesettür, hem hayata, hem fazilete, uygundur. Kadınlarımız, şeriatın tavsiyesi, dinin emri mucibince tesettür etselerdi, ne o kadar kapanacaklar, ne de o kadar açılacaklardı. Tesettürü şer'i, kadınlar için mucibi müşkilât olmayacak, kadınların sosyal hayatta, iktisadi hayatta, erkeklerle teşriki faaliyet etmesine mâni bulunmayacak şekli basittedir.... Kadının tarzı telebbüsünde (giyim kuşamında) teceddüt (yenileşme) yapmak meselesi mevzubahis değildir. Milletimize bu hususta yeni şeyleri belletmek mecburiyeti karşısında değiliz. Fertler, her türlü şekilleri tatbik edebilir, kendi zevkine, arzusuna, terbiye ve seviyesine göre istediği kıyafeti ihtiyar eyleyebilir."

Yukarıdaki satırları dikkatle okuduğumuzda, Atatürk'ün parmak bastığı noktaları şu şekilde özetleyebiliriz:

1) Atatürk tesettürün şeriatın tavsiyesi ve dinin emri olduğunu kabul ediyor.

2) Tesettürün kadınların sosyal hayatını engellemeyecek şekilde basit olmasını tavsiye ediyor.

3) Kadınların erkeklerle teşrik-i faaliyet etmesini arzuluyor.

4) Açık saçık giyime de karşı olduğunu belirtiyor.

Atatürk'ün amacı

Atatürk aynı Konya konuşmasında, kadının, erkeğin mesai arkadaşı olması gerektiğini de vurguluyordu: "Yolumuz, büyük Türk kadınını, mesaimize müşterek kılmak, hayatımızı onunla birlikte yürümek, Türk kadınını, ilmî, ahlâkî, içtimaî, iktisadî hayatta, erkek şeriki, refiki, muavin ve muzahiri yapmak yoludur. Eğer kadınlarımız, Şer'in tavsiye, dinin emrettiği bir kıyafetle faziletin icab ettirdiği tavrı hareketle içimizde bulunur, milletin ilim, sanat, içtimaiyat hareketlerine iştirak ederlerse, bu hali emin olun, milletin en mutaassıbı dahi takdir edecektir."

Demek, amaç, kadını odasına kilitlemek, kamu alanı dışına çıkarmak değil, tesettürlü veya tesettürsüz, onun, sosyal hayat içinde faal olmasını sağlamaktır. Atatürk'ün çağdaş medeniyet dediği budur.

CHP kurultayı ve çarşaf

CHP, Dördüncü Büyük Kurultayı'nda, (9-16 Mayıs 1935) çarşafın ve peçenin yasaklanması için iki önerge veriliyor.

Birincisi, Gazeteci Hakkı Tarık Us'un takriri: "Peçe ve çarşafın kaldırılmasını dilerim"

İkincisi, Diyarbakır milletvekili General Kâzım Sevüktekin'in takriri: "Peçenin yasaklanmasını dilerim"

İçişleri Bakanı Şükrü Kaya bu önergelere itiraz ediyor: "Eğer çarşaf, -siyah bir bez parçası- mesele olsaydı, büyük inkılâbı yapan, bunu da programına koyar ve sizden lâzım gelen kararı alırdı. Binaenaleyh, çarşaf ve peçeyi, bir mesele yapmayarak kadınlarımızın kendi zevklerine ve içtimai anlayışlarına bırakalım. İnkılâp, her gün inkılâp, herşey için, bir günde inkılâp. Böyle bir kaide yok."

Şükrü Kaya'nın bu açıklamasının, Atatürk'ün telkini ile yapıldığı ortadaydı. Takriri verenler, takrirlerini geri aldılar.

Zaten İçişleri Bakanı'ndan önce konuşan, Ankara milletvekili Aka Gündüz de peçe ve çarşaf konusuna açıklık getirmişti: "Türk inkılâbı, çarşaf ve peçe için yapılmış bir inkılâp değildir. Türk inkılâbında çarşaf ve peçe diye bir şey yoktur."

Atatürk döneminde çarşaf ve peçe dahi yasaklanmamış, giyim ve kuşam, kadınların zevklerine ve içtimai anlayışlarına bırakılmıştı.

Amerika örneği

Laiklik dinin tamamen sosyal, hatta siyasi hayattan dışlanması anlamına gelmez. Sözgelimi, Amerika Birleşik Devletleri eski Başkanı Clinton'un, 14 Ağustos 1997 tarihli kararnamesi, devlet memurlarına, dinlerini, dinî inançlarını -kanunlara uymak ve işin verimliliğini aksatmamak kaydıyla- dışa vurmalarına izin veriyordu. Üst makamdakilerin, dininden dolayı kimseye ayırımcılık yapmamasını öngörüyor, devlet dairelerinin, çalışanların ibadetleri için icap eden imkânları makûl ölçüler dahilinde sağlamasını, hükme bağlıyordu. Clinton, amacının, eylemleri, düşünceleri ve duyguları, Allah'ın arzusu ve iradesiyle uyumlu hale getirmek olduğunu belirtiyordu. Clinton 1995 yılında da, okullardaki inanç hürriyetinin sınırlarını belirlemişti. Özgürlüklerin genişlemesinden iyi sonuç alındığını şu cümlelerle açıklıyordu: "İnancını serbestçe yaşayan gençlerimizin umut ve öz güven kazandıklarını kimse inkâr edemez. Bizim Anayasamız, devlet ile din ilişkilerini birbirinden ayırmıştır. Bu laiklik anlayışı çerçevesinde, din hürriyetini genişletmek, demokrasinin bir gereğidir. Dışişleri Bakanı Albright'ın da belirttiği gibi, ABD, din hürriyetini, insan haklarının ayrılmaz bir parçası gibi gördüğünü, bütün dünyaya ilân etmiştir."

Clinton'un yönetmeliği

İşte Beyaz Saray tarafından yayınlanan, Resmi Dairelerdeki Dinî İbadet ve İfade Konusundaki Yönetmelik'ten bazı bölümler:

  • Resmi dairelerin çalışmasını engellememe ve hukuk çerçevesi içinde olma şartıyla, devlet, çalışanlarına mümkün olan sınıra kadar dinî ifade izni verecektir. Resmi daireler, çalışanlara ibadetlerini yapmaları için yer gösterecektir.

  • Bir çalışan, kendi masasında İncil veya Kur'an-ı Kerim bulundurabilir ya da dinlenme saatlerinde okuyabilir.

  • Bir çalışma gününde, üzerinde Hz İsa'nın resmi bulunan Hac takmak, başa fes giymek, eşarp takmak ve hicap giymek dini bir vecibeden dolayı yapılıyorsa, bu tür giysilerde işçiler serbest bırakılmalıdır. Böyle giyinmek, iş alanındaki çalışma düzenini olumsuz bir şekilde etkilemez.

  • Herhangi bir işveren, çalışanların dinî vecibelerini yerine getirebilmeleri için, çalışma programlarında gerekli olan değişikliği yapmak zorundadır. Eğer herhangi bir işin yapılması, o işi yapanın dinî inancına zarar veriyorsa, o kişi, yaptığı işten muaf tutulmalı ve işveren söz konusu işçiye başka bir görev vermeli.

  • Öğle arası tatilinde, çalışanlar, bedava olarak kullanıma tahsis edilen konferans salonunda toplanarak, ibadet eder ve herhangi bir dinî kitap okuyabilirler.

    24'üncü madde

    Görüldüğü gibi laiklik, dinin sosyal hayattan, kamu hayatından tamamen dışlanması değildir. Laiklik, esas itibariyle özgürlüklerin şemsiyesidir. Kişiler, ancak laiklik sayesinde, ibadet hürriyetine sahip olabildiği gibi, ibadet etmeme, hiçbir dinî vecibeyi uygulamama, Allah'a inanmama hürriyetine de sahiptir. Laik bir ülkede kimse, kimsenin ibadetine, tesettürüne, inancına karışamaz. Zaten Anayasa'nın 24'üncü maddesine göre, kimse, dinî inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz.

    Oysa, cumhurbaşkanını geçirmeye giden Bülent Arınç'ın eşi Münevver Hanım, bazı medya kuruluşları tarafından, inancı gereği taktığı tesettürden dolayı, topa tutuldu. Hatta, cumhurbaşkanının, eşini, sırf Münevver Hanım hava meydanına gelmesin diye yolculuğa götürmediği haberi, gazetelere yansıdı. Sezer'in "kamusal alanda başörtüsü olmaz" cümlesi de tuz biber ekti.

    Bu ne biçim laiklik anlayışı?

    Fransa'da Katolik kiliseler

    Amerika'da, Müslüman subaylara iftar daveti veriliyor ve sonra hepsi bir arada namaz kılıyor. Gurbet ellerde İslâmiyet bu kadar saygı görürken, dindar insanların "öz vatanlarında parya" olmalarını anlamak ve kabul etmek mümkün değil.

    Bir başka örneği de Fransa'dan vermek isterim: 1984 yılında, Cumhurbaşkanı Mitterand, Kilise okullarına verilen malî desteği azaltarak, muhasebelerini devlet kontrolüne almak için bir kanun tasarısını Meclis'e sevk etmişti. Fransa'nın dört bir yanından gelen yüzbinlerce kişi, bazı siyasetçilerin ve din adamlarının önderliğinde toplanarak, hükûmetin bu tasarısını protesto ettiler. Bunun üzerine, Mitterand tasarıyı geri çektirdi; Başbakan Pierre Mauroy istifa etti; Laurent Fabyus Başbakan oldu.

    Fransa, laikliğin zirvesinde olan bir ülke, ama burada, devlet, özel olan Katolik liselerine el atmak istediğinde, kıyamet kopuyor, siyasetçiler ve din adamları, halk ile beraber yollara dökülüyor. Kimse de "din istismar ediliyor, irtica hortluyor" demiyor. Rahibelerin ve papazların ders verdiği, içlerinde bir de Kilise'nin bulunduğu Kilise okulları, Fransa'da halen faaliyette. 1980'li yıllardaki tartışmalar sırasında yapılan kamuoyu araştırmaları Fransızların, % 70 oranında Kilise okullarına taraftar olduğunu gösteriyordu. Kilise okullarının Türkiye'deki benzerleri, Notre Dame de Sion ve St. Joseph'tir. Buralarda papazlar ve rahibeler de ders verir. Diğer liselerdeki müfredat okutulur.

    Fransa, Kilise okullarından mezun olanları ayırımcılığa tâbi tutarak, onların üniversitelere girmesini zorlaştırmıyor. Oysa, Türkiye'de, İmam Hatip mezunları düşük puanla yarışa başlıyor. Çünkü bizim ülkemizdeki laiklik sakat bir anlayıştan, hayalî tehditlerden ve paranoyadan besleniyor.

    Artık bunlardan kurtulmanın zamanı geldi.


  • 27 Kasım 2002
    Çarşamba
     
    NAZLI ILICAK


    Künye
    Temsilcilikler
    ReklamTarifesi
    AboneFormu
    MesajFormu

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
    Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Ramazan| Arşiv
    Bilişim
    | Dizi | Röportaj | Karikatür
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
    © ALL RIGHTS RESERVED