|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
MGK Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç'ın, "Türkiye'nin Avrupa Birliği tercihini bir tarafa bırakarak, ABD ile ilişkileri zedelemeden Rusya ve İran'ı da içine alacak bölgesel bir inisiyatif geliştirmesine" dair açıklamaları, Ankara'nın 11 Eylül öncesi geliştirmeye çalıştığı, 11 Eylül saldırıları ve Amerika'nın küresel savaş kampanyasının ortaya çıkardığı belirsizlikler nedeniyle "şimdilik dondurulan" stratejisini yeniden gündeme taşıdı: Türkiye'nin Rusya, Çin ve Hindistan ile temel unsurları askeri teknoloji-ekonomi (enerji kaynakları ve boru hatları)- Kafkaslar/Orta Asya ve İslamcı gruplar olan bu "gizemli yakınlaşma" ne yazık ki Türkiye kamuoyunda hak ettiği ölçüde tartışılmadı. Amerika ve İsrail ile stratejik dayanışma, Avrupa Birliği ile uzun ve çetin bir üyelik serüveni içinde yer alan Türkiye, bu iki güç merkezinin dışında yepyeni ve dikkat çekici "arayış"lara girmişti. 1990'larda önüne serilen fırsatları birer birer kendisinden uzaklaştıran Ankara, bir taraftan AB'nin demokratikleşme ve özgürleşme baskılarına yönelttiği geleneksel refleksle otoriter eğilimini güçlendirirken, diğer taraftan ABD ve Avrupa cephesinden Kuzey Irak, Kürt sorunu ve Kıbrıs konusunda kendisine yönelen baskıları bertaraf etmek için yeni dayanışma hatları aramaya, Rusya-Çin kartını öne çıkarmaya çalıştı. Ankara, Rusya ve Çin ile girdiği derin ilişkiler sonucunda ne ekonomik ne de siyasi elle tutulur bir kazanç şimdiye kadar elde edemezken, karşılığında ağır bir bedel ödedi. Çeçenistan ve Doğu Türkistan'ın bağımsızlık mücadelelerini "terörist hareket" olarak resmen tanıdı. Rusya ve Çin ise, askeri teknoloji, enerji ve güvenlik alanlarında Türkiye ile çok önemli anlaşmalar imzalayarak, etkinliklerini Türkiye üzerinden Doğu Akdeniz'e kadar yaymaya çalıştılar. Türkiye-Rusya-Çin 'gizemli' işbirliği
Moskova ve Pekin ile yapılan anlaşmaların gizli tutulması, bırakın güvenlik anlaşmalarını, Mavi Akım anlaşmasının bir çok maddesinin hala gizli kalması, bu ilişkilerin askeri teknoloji transferi boyutunun önemine işaret ediyor. Pekin'le temasların sivillerden ziyade eskeri heyetler tarafından sürdürülmesi dikkat çekici. Türkiye'nin özellikle Çin ile ilişkileri o kadar hızlı gelişti ki, Pekin-Ankara arasında hemen her hafta askeri heyetler karşılıklı ziyaretler yapıyorlardı. İki ülke arasında, füze sistemleri dahil, savaş uçakları gibi çok önemli projeler gündeme alındı. Ankara Rusya ve Çin ile kalmadı, Pakistan'la geleneksel dostluğunu bir taraf bırakarak bir başka nükleer güç olan Hindistan'la ciddi ilişkilere girdi. Geçen yıl Haziran ayında ise yine bu konuyu içeren çok önemli bir gelişme daha oldu: Türkiye dünya sisteminin dışladığı Kuzey Kore ile karşılıklı büyükelçi atama kararı aldı. Ankara'nın bu girişimi, Clinton yönetiminin Orta Asya politikasının başarısız olmasının ortaya çıkardığı boşluktan yararlanan Avrupa Birliği'nin (Fransa ve Almanya), Rusya ve İran'la Avrupa'dan Rusya'ya oradan da Basra Körfezi'ne uzanan ekonomik/güvenlik eksenli dayanışma hattını oluşturduğu döneme denk geldi. Almanya ve Fransa ile Rusya arasında ekonomik ve askeri alanda derin ilişkilerle başlayan, Rusya-İran geleneksel dayanışmasıyla da desteklenen yeni hat, Avrupa'yı Kafkaslar'a ve Orta Asya'ya taşıdı. Amerika'nın Ortadoğu politikasına muhalefetini artıran AB, yeni dayanışma hattıyla İran üzerinden Basra Körfezi'ne kadar etkinliğini artırdı. Avrupa hem Ortadoğu hem de Hazar enerji kaynaklarında söz sahibi olmayı istiyordu. Boru hattı projelerinde Avrupa tezleri öne çıkmaya başladı. Yeni denge, son hamle olarak Taliban'ı devirmek ve Hazar enerji kaynakları için çok önemli yol olan Afganistan'a ulaşmak için girişimler başlattı. Ahmet Şah Mesud Strasbourg'a çağrılarak askeri ve siyasi destek verildi. Yeni Delhi'de Taliban'ı devirmek için toplantılar yapıldı. Bu gelişmelerden hemen sonra Şah Mesud öldürüldü ve 11 Eylül saldırısı gerçekleşti. Ardından ABD hem Ortadoğu'da hem de Kafkaslar ve Orta Asya'da atağa geçti. AB-Rusya-İran dengesi de tıpkı Türkiye'nin Rusya-Çin-Hindistan yakınlaşması gibi "şimdilik" donduruldu. 11 Eylül şokunu küresel düzeyde stratejik çıkarlarına tahvil eden ABD, Afganistan müdahalesi ile Orta Asya'ya yerleşti, ardından Güneydoğu Asya, Orta Afrika ve Ortadoğu'da savaş durumuna geçti. Otoriter yönetimleri stratejik müttefik olarak tercih etti. İnsan hakları, bireysel özgürlükler ve demokrasi değerlerine ağır darbeler indirdi. Dünyada yepyeni bir hegemonya savaşı başlattı. Otoriter eğilimler için yeni fırsatlar doğdu
Ankara, 11 Eylül sonrası tavrını AB'den yana değil, küresel savaşı başlatan ABD-İngiltere-İsrail blokundan yana kullandı. Türkiye, Hindistan, Kanada, Avustralya gibi ülkeler "ABD-İngiltere-İsrail üçgeni"nin yedek güçleri olarak öncü roller üslenmeye başladı. 11 Eylül sonrası kaybeden güçler ise AB (Almanya-Fransa), Çin ve Rusya oldu. ABD'nin yeni atağı karşısında inisiyatif geliştirmeye çalışan AB, Ortadoğu'da ABD'ye muhalif politikasını sertleştirirken İran ve Irak'a yönelik ABD tehdidine de direnmeye çalışıyor. Bu üç güç merkezi Orta Asya'da ve Hazar enerji kaynakları üzerindeki etkinlik savaşında büyük bir hezimete uğradılar. "İslamcı tehdit"e karşı ABD'den yana tavır koyan Rusya'nın Orta Asya ve Kafkaslar'daki nüfuzu büyük darbe yedi ve Moskova kendisini çepeçevre kuşatılmış halde buldu. 11 Eylül'le başlayan Anglosakson hegemonya savaşının yanısıra Suudi Arabistan liderliğindeki petrol lobisi ile Rusya ve Orta Asya enerji kaynakları arasındada da ciddi bir küresel rekabet başladı. Dolayısıyla Rusya'nın tavrı oldukça belirleyici hale geldi. Rusya'nın AB ve ABD arasındaki tercihi yeni küresel sistemi, enerji kaynakları üzerindeki hakimiyet savaşını ve Türkiye'nin Ortadoğu ve Orta Asya'daki bölgesel rolünü önemli ölçüde etkileyecektir. Yeni süreç otoriter eğilimler için büyük fırsatlar doğurdu. Türkiye'de merkezi iktidar aygıtlarındaki değişimi hiç bir zaman kabul etmeyecek kesimlerin, yeni sürecin sunduğu fırsatlar karşısında AB üyeliğini tercih etmeleri mümkün görünmüyor. Bu kesimler, 11 Eylül sonrası Arap dünyasına yönelen Amerikan tereddütlerinin de farkında. Dolayısıyla Türkiye'nin önünde bölgesel güç olarak önemli bir manevra alanı oluştuğunu düşünüyorlar. Kafkaslar, Orta Asya ve Ortadoğu'da giderek belirginleşmeye başlayan ABD-Avrupa Birliği etkinlik mücadelesi ve Fransa liderliğinde ABD'ye karşı geliştirilmeye çalışılan, Çin, İran ve yeni küresel savaşta dışlanan bazı Ortadoğu ülkelerinin destekleyebileceği yeni irade karşısında Ankara'nın tavrı merak konusu. Ankara'nın Amerika veya AB'den bağımsız olarak bölgesel bir inisiyatif geliştirmesi mümkün değil. Ancak iki güç merkezinden birinin desteğiyle bunu yapabilir. Amerika'nın küresel savaşına karşı henüz yeterli direnç oluşturamayan AB'nin ise Türkiye'yi yönlendirmesi şimdilik mümkün görünmüyor. Aksine, önümüzdeki dönemde, Ankara'nın otoriter eğilimlerinin daha da artacağını ve ABD'nin küresel savaşında daha merkezi rol üstlenececeğini göreceğiz.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |