|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Kemalizmin yılmaz bekçileri (!) tek elden saldırıya geçtiler. Gazetecilik yapmak isteseler, Show TV'nin veya Flash TV'nin davrandığı gibi davranırlar ve benim görüşüme de müracaat ederlerdi.
Kuyruk acısı
Ama onlar gazetecilik yapmıyor. "Kuyruk acıları" var. Zordur, 28 Şubatçı diye damgalanmak, özgürlüğe koşan bir ülkede, darbeden yana tavır koymuş olmanın utancını yaşamak. Kuyruk acıları sadece bu kompleksten kaynaklanmıyor. Medyadaki hukuk dışı davranışların yakın takipçisi olduğumuz için ağız birliği etmişçesine "Nazlı Ilıcak'tan inciler" başlığı ile MÜSİAD konuşmamı verdiler.
Çünkü biz usanmadan porno yayıncılık - imtiyaz sahipliği ilişkisini kurcalıyoruz. Radyo Televizyon Üst Kurulu'na sunulan sahte ortak isimlerinden yola çıkarak, "özel evrakta sahtecilik yapılıp yapılmadığını" soruyoruz. Televizyon kuruluşlarında % 10'dan fazla hisseye sahip olan medya patronlarının kamu ihalesine girmesinin "ihaleye fesat karıştırmak olup olmadığını" öğrenmek istiyoruz. Hazine'ye yüz milyonlarca dolar borcu olan "banka farelerinin", borçlarının biran önce tahsil edilmesinin ısrarlı bir takipçisiyiz. İşte bu sebeblerden dolayı ağız birliği etmişçesine üzerimize geliyorlar. Hatta Kanal D haber sunucusu Defne Samyeli, bizim, Atatürk ilkelerinin ve inkılâplarının kıymetini bilmediğimiz şeklinde bir yorum yapmaya kendisini ehliyetli görüyor. Bu sunucu kız, acaba çizmeyi aşmıyor mu? "Konya Savcılığı herhalde harekete geçecektir" demek suretiyle, el altından yürütülen çabaları da bir anlamda açığa vuruyor.
Zabıtlarda 6 ok
MÜSİAD'da yaptığımız konuşmada, milletvekillerinin Atatürk ilke ve inkılâpları üzerine yemin etmesini eleştirdik. Atatürkçülüğün 6 oktan ve Anayasa'da sıralanan bir kaç inkılâptan ibaret olmadığını söyledik. Daha önce de buna benzer makaleler kaleme almış, ayrıca, Millet Meclisi'nde de düşüncemizi ifade etmiştik. 20 Nisan 2000 tarihli konuşmamızda TBMM'de şöyle diyorduk: "....Atatürk bugün yaşasaydı, herhalde ilkelerini sıralarken 'devletçilik, inkılâpçılık, halkçılık, cumhuriyetçilik, milliyetçilik' demezdi. Halâ Atatürk ilkeleri diye bunlar öğretiliyor. Oysa, Atatürk, muasır medeniyeti hedef olarak göstermiştir. Batı'yı hedef olarak göstermiştir. Herhalde, Batı, alafranga müzik, Coca Cola veyahut Latin alfabesinden ibaret değil. Bugün, muasır medeniyet nedir; işte, ikiyüz yıllık bu Batılılaşma hedefinin sonunda, Türkiye Cumhuriyeti'nin, Avrupa Birliği'ne girmesi, evrensel değerleri kabul etmesi, çok kimlikli, çok kültürlü bir beraberliği içine sindirmesi demektir. Atatürk bugün yaşasaydı, bizi muasır medeniyetin seviyesine ulaştırmak için ne derdi: Demokrasi derdi, insan hakları derdi, hoşgörü derdi, uzlaşma derdi, hukukun üstünlüğü, birey hakkı derdi... Biz Atatürkçülüğe değil, Atatürkçülüğün istismarına karşıyız. Atatürk'ün fikirlerini derin bir dondurucunun içinde muhafaza edemeyiz. Şartlara göre, gelişmelere göre değişim Atatürkçülüğün temelini teşkil eder... Atatürk yaşasaydı, ilk başta kendisi, bugün savunulan biçimiyle Atatürkçülüğe karşı çıkardı." (20 Nisan 2000 - Meclis zabıtları)
Milli Şef'e yakışıyor
Atatürk ilkeleri diye takdim edilen 6 ilke (Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Cumhuriyetçilik, Laiklik, İnkılâpçılık) ilk defa 1937'de, İnönü ve 153 arkadaşının teklifiyle, 1924 Anayasası'na girdi. Bu ilkeler, aynı zamanda Cumhuriyet Halk Partisi'nin 6 okunu temsil ediyordu. Parti programının Anayasa maddesi haline gelmesi, demokrasi ile yönetilen ülkelerde rastlanan bir uygulama değil. Böyle bir tatbikat, faşist yönetimlerde görülüyor. Zaten, o ilkelerin bu şekilde formüle edilmesi, CHP Genel Sekreteri Recep Peker'in, Faşist İtalya ile Nasyonal Sosyalist Almanya'yı ziyareti sonrasına rastlar. Milli Şef dönemi ve tek parti idaresi ile bağdaşan bu tek tipçi slogancı madde, 1961'e kadar devam etti. Demokrat Parti,1924 Anayasasını değiştirmek lüzumunu hissetmemişti. 1961 Anayasası kaleme alınırken, CHP'nin 6 okunu tarif eden milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, cumhuriyetçilik, laiklik ve inkılâpçılık metinden çıkarıldı ve "Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına ve başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan milli, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir" cümlesi Anayasa'nın 2'nci maddesine konuldu. (1961'de değiştirilen Anayasa'nın 2'nci maddesinin eski şekli şöyleydi: "Türkiye devleti, cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve inkılâpçıdır.")
Yemin
1924 Anayasası'nda (yani Atatürk'ün döneminde kabul edilen anayasada) milletvekili yemini bugünküne göre çok daha kısa ve anlamlıydı: "Vatan ve milletin saadet ve selâmetine ve milletin bilâ kayd u şart hakimiyetine mugayir (aykırı) bir gaye takip etmeyeceğime ve cumhuriyet esaslarına sadakattan ayrılmayacağıma vallahi...." 1937'de, laiklik ilkesi Anayasa'ya girdikten sonra, yemindeki "vallahi" kelimesi çıkarılmış ve milletvekilleri namusları üzerine söz vermeye başlamışlardır: "Vatan ve milletin saadet ve selâmetine ve milletin bilâ kayd u şart hakimiyetine, mugayir (aykırı) bir gaye takip etmeyeceğime ve cumhuriyet esaslarına sadakattan ayrılmayacağıma namusum üzerine söz veriyorum." 1961 Anayasası'ndaki yemin de kısa ve özdür. 1961 Anayasası'nda Atatürk ilke ve inkılâpları üzerine yemin edilmemektedir: "Devletin bağımsızlığını, vatanın ve milletin bütünlüğünü koruyacağıma; milletin kayıtsız şartsız egemenliğine, demokratik ve laik cumhuriyet ilkelerine bağlı kalacağıma ve halkın mutluluğu için çalışacağıma söz veririm."
Ya bugünkü yemin: "Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik cumhuriyete, Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasaya sadakattan ayrılmayacağıma; büyük Türk Milleti önünde namusum ve şerefim üzerine and içerim."
Devletçilik, milliyetçilik
Demek, "Atatürk ilke ve inkılâpları" cümlesi 1982 Anayasası'nın bir ürünü. Daha önceki yeminlerde yer almıyor. Bu ilkelerden ikisini mercek altına koyalım: 6 okun içinde devletçilik var. Atatürk, kendi el yazısı ile, devletçilik ile ilgili şunları söylüyor: "Bireylerin özel girişimlerini ve faaliyetlerini esas almak, fakat ülke ekonomisini devletin eline almak. Bizim izlediğimiz yol, liberalizmden başka bir sistemdir... Meselâ, madenlerin, ormanların, su gaz elektrik vs. işlerin, yerel idareler tarafından yapılması şarttır." Haberx'te Atatürk'ün bu sözlerine temas eden Emin Şirin soruyor: "Hem devletçiliğe sadık kalacağınız yeminini edip hem de Trona madenini veya Trona'daki altın madenini nasıl özelleştiriyorsunuz? Bütün dağıtım işlerini özelleştirmeye kalkıyorsunuz. Bu durumda içtiğiniz andın tersini yapmış olmuyor musunuz?"
Atatürk'ün ilkeleri o günkü şartlar için geçerliydi. Ve zaten 1937'de Anayasa'ya girdi. Milli Şef dönemine yakışıyordu. Ama farklı fikirlerin ve farklı partilerin olduğu demokrasilerde herkes devletçi veyahut herkes milliyetçi olamaz. Bugün, Avrupa Birliği'nin çatısı altında, ulusal kimliklerden fedakârlık yapılarak, müşterek menfaatler çerçevesinde biraraya geliniyor. Kendisini "Milliyetçi" diye tanımlayan partinin, bu beraberlikte ne kadar sıkıntı yarattığı ortada. Bizim söylediğimiz bununla sınırlı.
Atatürk inkılâpları
Tabiî bir de inkılâplar meselesi var. Anayasa'nın 174'üncü maddesinde sıralanıyor inkılâplar. Bunlar Tevhid-i Tedrisat; Şapka; Tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması; Medeni Kanun'un kabulü; Beynelminel rakamların ve Türk harflerinin kabulü; Efendi, bey, paşa gibi lâkapların kaldırılması; (tamamen ruhanî kişilerle ilgili olarak) bazı kisvelerin giyilememesi. Yukarıdaki inkılâplar arasında geçerliliği kalmamış olanlar var. Bir dönem padişahlar da dahil, bütün önemli kişilerin türbeleri kapatılmıştı. Sonradan açıldı. İlk aklımıza gelenler Mevlâna'nın ve Eyüp Sultan Hazretleri'nin türbeleri. Hatta, Turgut Özal'ın validesi, hükûmet kararıyla, Nakşî Şeyhi Mehmet Efendi'nin türbesine gömülmedi mi? Paşa lâkabının kaldırılması, sadakat gösterilmesi gereken bir inkılâpsa, daha geçenlerde Genelkurmay Başkanı "paşa" hitabının kendisini ne kadar memnun ettiğini söylemiyor muydu? (Yavuz Donat - Kıvrıkoğlu mülâkatı) Şapka iktisası isimli kanunda, memurların yanı sıra milletvekillerinin de şapka giymesi mecburî hale getiriliyordu. O dönem için belki önemli olan bu düzenlemeleri, halâ "kılına dokunulamayacak bir devrim" olarak Anayasa maddesine koyar ve bir de, milletvekillerini üzerine yemin ettirirseniz, şekle saplanıp esası gözden kaçırmış olursunuz. Nitekim kendilerine Kemalist diyenler, bugün, Avrupa Birliği'ne karşı çıkıyorlar. Oysa, Atatürk'ün hayali, herkesin şapka takması değil, batılılaşmaydı.
Bizimle bu tartışmayı sürdürmek isteyen varsa, her zeminde konuşmaya hazırız. Üzerimize, "Atatürk düşmanı" diye gelen küçük adamlara şunu söylemek istiyoruz: Küçük zekâlar kişileri; orta zekâlar olayları; büyük zekâlar ise fikirleri tartışır.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |