T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

R Ö P O R T A J
Özgürlük, toplumu sarsan fikirlere lazım

İfade özgürlüğü her gün yinelenen, tanıdık, bildik görüşler için değil, toplumu sarsan, yeni görüşler için vardır. Yeni görüşler, yeni sentezleri üretirler. Türkiye'nin anlamadığı nokta bence budur. Yeniliğe algılama kapılarını kapatan bir ülke, bir toplum ilerleyemez.

Avrupa Birliği süreci Türkiye'yi görüntüde de olsa hummalı bir faaliyet içerisine soktu. Bu süreçte, hem anayasa değişikliği hem de uyum yasalarının çıkarılmasındaki yöntemi ve tartışma zeminini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Olumlu kimi adımlar atılıyor. Bu bir gerçek. Ama yeterli değil ve kanımca yavaş. İkinci anayasa paketi çalışmaları bir an önce bitmelidir. Özellikle yargı ile ilgili kesimlerin çabuklaştırılması gereklidir. Yargı her yerde güçleniyor. Sözgelimi, Rusya Federasyonu'nda 1993 tarihli Anayasanın 104. maddesine göre Yargıtay'ın yasa önerme yetkisi ve parlamentonun da bunu hemen görüşme yükümlülüğü bulunmaktadır. Türkiye'de ise 41 yıldan bu yana anayasalarda öngörülen hâkim ve savcılarla ilgili yasal düzenleme çıkmamıştır. Yargıtay başkanları her adli yılı açarken buna değinirler. Ama sonuç değişmez. Yine her yıl, yargının bağımszı kılınması için, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun yapısının değiştirilmesine değinilir. Değişen bir şey olmaz. Bana göre Ulusal Yargı Kurulu kurulmalı, kurulda müsteşar ve adalet bakanları yer almamalı; kurulun oluşturulmasında Yargıtay ve Danıştay'dan kadro oranlarına göre üye alınmalıdır. Kurulun ayrı bütçesi, binası, kalemi, denetleme kesimi bulunmalıdır.

Türkiye uyum yasalarının birkaçını gerçekleştirerek ne yapmış oldu? Mesela 159, mesela 312 değişmiş oldu mu?

Türk Ceza Yasasının 159. maddesi değişmemiştir. Kimse kendi kendisini aldatmasın. Orada sadece ceza değişmiştir, suç öğeleri değişmemiştir. Ceza değiştiği için erteleme ve paraya çevirme sınırları genişlemiştir. Hepsi bundan ibarettir. 312. madde bir ölçüde değişmiştir. Bu tür maddeler aslında ceza hukukçularının hoş karşıladıkları hükümler değildir. Zira değerlendirici öğeler içerdiklerinden bu tür hükümleri suçların yasallığı ilkesine uydurabilmek çok zordur. Ancak eğer siyaset, toplum, bu tür hükümlere gereksinme duyuyorsa o zaman hukukçunun yapacağı şey bunları suçların yasallığı ilkesine uygun hale getirmektir. 312 yeterince değişmemiştir. 312'nin bir tehlike suçu olarak algılanması yanlıştır, bu bir zarar suçudur.

Sonuçta, Türkiye demokrasi ve hukuk alanındaki her adım için neden bir dış baskı oluşması gibi bir pratik ortaya çıkıyor? İfade özgürlüğünde böyle, idamda böyle...

Dış baskı demek doğru değil. Türkiye bence dünyadaki gelişmeleri yakından izlemediği, buna göre kendini hazırlamadığı ve elini çabuk tutmadığı için geç kalıyor. Sonra da dışardan uyarıldığı gibi bir izlenim doğuyor. Sözgelimi ölüm cezası konusunda böyle olmuştur. Biz ise hemen her şeyi onur sorunu yapıyoruz. Bunun onurla ilgisi yok. Dünya hukukuyla, doğru hukukla birleşmekle ilgisi var. AB dese de demese de kendi hukuksal tartışmamızı yapmalıyız. Ölüm cezası tartışılıyor. Ölüm cezası 1867 yılından beri Portekiz'de yok. Bu cezanın bence 1970'lerde, hiç değilse 1980'de kalkması gerekiyordu. 2000'lerdeyiz ve hala bu konu üzerinde tartışıyoruz. Konu salt hukuksal açıdan irdelenmeli, incelenmelidir. Artık çağcıl devletlerde bu cezaya yer yoktur. Amerika da bizim için örnek değildir. Çünkü Amerika'daki sistem başkadır. Bakın ölüm cezasını halkoyuna sunamazsınız. Çünkü hiçbir halk ölüm cezasına karşı çıkmaz ve cezadan yana tavır alır. Bu bilimsel bir konudur ve bilim ne diyorsa ona uyarsınız, bitirirsiniz işi. Bence konuya duygusal açıdan bakmak doğru değil. Bilimsel açıdan, objektif yaklaşılmalı. Bu ceza türü ne caydırıcıdır ne de çağcıldır. Madem caydırıcı olduğu düşünülüyor o halde infazlar Sultanahmet Meydanında yapılsın. Bu yapılmıyor çünkü devlet de bu işi utandığı için gizli yapıyor. Türkiye, 1984'ten bu yana bu cezayı uygulamıyor. Demek kaldırmaya hazırlanıyor. Ama bir türlü yapamıyor. Konu açıktır. Tarihin binlerce yıllık deneyimi, bu cezanın caydırıcılığını kanıtlayamamıştır. Bilimin vardığı sonuç budur. Bu bir. Ölüm cezasının tarihi sürekli bir kaldırmaların (ilgaların) tarihidir. İlkin açıkta infaza son verilmiştir. Eğer, bu ceza caydırıcı ise açıkta infaz edilmeliydi. Devlet, açıkta infazdan ürküyor, insanlar tiksiniyor. Ölüm cezası bir çırpıda yaşamı yok eder. Onarılması olanaksız bulunduğundan adli yanılgıları gidermek olanaksızdır. Fransa'da yaşanan bir olayda arsenikle kocasını öldürdüğü iddia edilen ve suçu sabit görülen kadın, giyotinde can vermiştir. Daha sonra yapılan araştırmalar, her insanda o kadar arseniğin bulunduğunu kanıtlamış, kadının suçsuzluğu anlaşılmış, ancak iş işten geçmiştir.

Hep söyleniyor ama artık gerçekçi ve ülkenin ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir hukuk reformu nereden başlayacak?

Hem gerçekçi ve hem de ülkemizin gereksinmelerini karşılayabilecek bir hukuk reformu, çok boyutlu bir hazırlık ister. İlkin, 1920'lerde yaptığımız reformun uygulamadaki sonuçlarını karşılaştırmalı huku testinden geçirmek zorundayız. O dönemin yöneticileri en iyi yasaları seçmesini bilmişlerdir. Ama yasalarla başbaşa kalan uygulamacılar, birçok yanlışlık yapmışlar, bunlar yaşayan yerleşik içtihatlara dönüşmüşlerdir. Yapılan çeviriler ise yanlışlıklarla doludur. Sözgelimi Majno Şerhi. Bu yanlışlıklara dayanan görüşler bile bugün yerleşik yargı görüşleri olmuşlardır. Türk Ceza Yasası 1889 tarihli İtalyan Zanardelli Yasasından alınmış, ama hukuk öğretisi Fransız kapısından girmiş, bu yasa Fransız öğretisine göre yorumlanmıştır. Bu önemli bir sapmadır. Sonuçları da ağır olmuştur. Bugün uygulamada, birçok temel kavram yanlış algılanmakta, birçok vazgeçilmez ilkeden sapılmaktadır. Duruşmaları bir oturumda bitiremeyen bir Türkiye'nin başarılı olduğunu kimse söyleyemez. Yapılanları abartmadan, küçültmeden, olduğu gibi görerek, yaptıklarımızla yüzleşme yürekliliğini göstermeliyiz. Türkiye'deki yanılgılar, doğrulukları araştırılmadan yasalara dönüştürülmüştür. Bu çok acıklı bir durumdur. Sık sık yapıldığı üzere yanlışlıklardan yola çıkılarak reform yapılma skandalı artık yaşanmamalıdır.

Bu ülkede neden ifade özgürlüğü ve bireysel haklar konusunda hemen keskin bir kısıtlayıcı tutum takınılıyor ve bu konudaki talepler perdelenmeye çalışılıyor?

Düşünceyi açıklama özgürlüğünün çağımızda sınırlanması, kimi koşullar dışında olanaksızdır. Bu konuda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin ortaya koyduğu ölçütleri benimsemek durumundayız. Çünkü, çağcıl hukukun ölçütleridir, bunlar. Anlatım özgürlüğü her gün yinelenen, tanıdık, bildik görüşler için değil, tolumu sarsan, yeni görüşler için vardır. Yararı bundan ileri gelir. Yeni görüşler, yeni sentezleri üretirler. Türkiye'nin anlamadığı nokta bence budur. Çünkü, yeniliğe algılama kapılarını kapatan bir ülke, bir toplum ilerleyemez. Olduğu yerde durur. Öbür toplumlar da onu beklemezler. Geçip giderler. Türkiye, anlatım özgürlüğünün nimetlerini kavramalı, açık toplumun gereklerine uymalıdır.

1982 anayasasında bugüne kadar yapılan değişiklikler anayasanın ruhunu özgürleştirebildi mi?

Hayır. Çünkü, 1982 Anayasasının özü buna elverişli değil. Anayasalar, bireylerin hak ve özgürlüklerini, devlete karşı korumak için vardırlar. 1982 Anayasası ise devleti bireylere ve topluma karşı korumak için kaleme alınmıştır. Bu yüzden çağcıl anlamda bir anayasa değildir. Bu yüzden de, Türkiye'nin anayasal bir devlet değil, olsa olsa görünüşte anayasalı bir devlet olduğu dile getirilmiştir. Bunu ilk söyleyen ben değilim. Üniversite ders kitaplarında geçiyor bu deyiş. O nedenle de 1982 anayasasını bir anayasaya dönüştürerek iyileştirmek bence olanaksızdır. En iyisi yeni bir anayasa yapmaktır. Bu daha kolaydır.


 
SAMİ SELÇUK
Emeklilik sonrası için plan yapmak zor!...
Cesur çıkışları ve hukukçuluğunun yanısıra demokrat kimliği ile öne çıkan Yargıtay Başkanı Doç. Dr. Sami Selçuk'un görevi haziran ayında bitiyor. Selçuk, şimdi boş zamanlarını okumakla geçiriyor ama ilerisi için planları için yorum yapmıyor. "Hukuk, felsefe, sosyoloji, siyaset bilim yapıtlarıyla, roman ve şiir okurum. Başlıca uğraşım da araştırma, okuma, sentezlerde bulunmaktır. Emeklilik sonrasına gelince.... Geleceği belirleyen etkenler çok fazla. Şimdiden bir şey söyleyemem."

Avrupa'nın HADEP uyarısı kapitülasyon mantığıdır
Türkiye'de artık siyasi yasaklılık ve parti kapatma döneminin bittiğini söyleyebilir miyiz?
Anayasadaki yeni değişiklik, parti kapatmayı bir ölçüde güçleştirmiştir. Ancak asıl olan bence, anlayışların değişmesidir. Özgürlükçülük, çoğulculuk, katılımcılık kavramları yerlerine oturmadıkları, çağa uygun olarak algılanmadıkları sürece sonuç parlak olmaz. Ancak Türk halkı Avrupa halklarının 2500 yıldır kavgasını verdikleri demokrasiyi ve onun nimetlerini çok iyi algılamıştır. Bundan geri dönmesi olanaksızdır.
Avrupa Parlamentosu'nun HADEP hakkında Türkiye'ye tavsiyede bulunmasını nasıl yorumluyorsunuz? Bu Türkiye'nin içişlerine karışma ve devam eden bir davaya müdahale olarak kabul edilebilir mi?
Haklısınız. Bu iç işlerine katılmanın da ötesinde, yargı bağımsızlığına da aykırıdır. Yargının önüne gelmiş bir dava konusunda yorum yapmak, görüş sergilemek, çok yanlıştır ve yargı bağımsızlığı ilkesiyle bağdaşmayan talihsiz bir tutumdur. Beklemek ve yargı son sözünü söylemeden herhangi bir girişimde bulunmamak gerekirken, bunu çok iyi bilmesi gereken bir Parlamentonun tersine davranmısı çok düşündürücüdür, kapitülasyon anlayışının bu yüzyılda hortlatılmasıdır.
Ben inanıyorum ki, kapatma davasına konu olan kuruluş da ülke ve yargı adına çok üzülmüş ve şaşırmıştır. Hiç bir hukukçu böyle bir girişimi onaylayamaz.
DGM'leri kaldırmalıyız...
Devlet güvenlik mahkemelerini Türkiye Fransa'dan esinlenerek aldı. Ama bizdeki uygulamanın Fransa ile ilgisi yok. Orada siyasal nitelikteki suçlar için öngörülmüştür ve yargılamada cumhurbaşkanının çok önemli bir rolü vardır. Ayrıca, Fransa'da tek bir Devlet Güvenlik Mahkemesi vardı ve 1981'de kalktı. Devingendi. Lyon'da ya da Bordeaux'da bir suç işlenirse ve bu DGM yetkisine girerse mahkeme olduğu gibi oraya giderdi. İlk soruşturmanın sonucunda o kişi hakkında dava açılması gerektiği sonucuna varılırsa dava açılıp açılmayacağı konusunda siyasal bir değerlendirme yapması için dosya cumhurbaşkanın önüne gelirdi. Çünkü suç siyasal niteliktedir. Cumhurbaşkanı olaya hukuksal açıdan değil, yalnızca ülkenin siyasal yararları açısından bakardı. Zararına olduğu sonucuna ulaşırsa, davanın açılmasını engeller. Türkiye ne yaptı peki? Türkiye DGM'leri kurdu, gittikçe yetki kapsamını genişletti. Sonuçta yalnızca yargılama yöntemi farklı olan yeni bir ağır ceza mahkemesi kurdu. O kadar.
11 Mart 2002
Pazartesi
 
 
Künye
Temsilcilikler
Reklam Tarifesi
Abone Formu
Mesaj Formu
Ana Sayfa | Gündem | Politika| Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon| Hayat| Arşiv
Bilişim
| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür

Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED