|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Halkın yüzde yetmişinin AB'ye tam üyelikten yana olduğunun dillendirilmesiyle ilgili olarak, eski bir Anayasa Mahkemesi başkanı, "bu halk Türkiye'nin ne olduğunu biliyor mu, Atatürk'ü tanıyor mu?" diye bir karşılık verdi geçenlerde. Bu karşılık verme biçimi, halkın herhangi bir konudaki görüşünün, herhangi bir siyasi tartışma için ölçü olamayacağını ima ediyor: Toplumu yok sayıyor. Toplumu, siyasetin ya da kamusal alanın bir öznesi olarak asla kabul etmiyor. Toplumsal hayata dönük kararların verilmesinde bile, toplumu eksen alacak bir yaklaşımı baştan gayri meşru ilan ediyor. Toplumun ciddiye alınmaması gereken bir kategori olduğu, demokrasi hatta cumhuriyet fikri öncesine ait bir yaklaşımdır. İmparatorluklardan sonra, cumhuriyet rejimlerine toplumsal dinamikler yoluyla değil, tepeden inme yöntemlerle ulaşılan yerlerde, toplumun ülke yönetiminde söz sahibi olmasına ısınmakta zorlanan zihniyetler son derece canlıdır. Türk modernleşmesinin de en önemli problemi, devlet katında kalmış, toplum katına inmekte yeterince başarılı olamamış bir proje olmasıdır. Bu nedenle, toplumu yok sayan zihniyet biçimleri sık sık görünürleşir. Bizdeki bu geleneksel durumla, 11 Eylül sonrasında "küresel" bir gelişme paralelik gösteriyor. Kıta Avrupası geleneğinde son derece canlı olan "cumhuriyet" ve "siyasal erdem" arasındaki ilişkinin "koparılmasından" sonra, bunu yerine ikame edilen "demokrasi" ve "piyasa" arasında kurulan ilişkidir. Böylece, toplum "mukaddes" serbest piyasa ideolojisinin ayin alanı olmaya zaten indirgenmişti. Tüm bu çerçeve içinde, demokrasi ve insan hakları kavramları da, "insan"ı eksen alan bir yaklaşım düzleminden, piyasanın performansını artıran bir düzleme doğru yavaş yavaş kaydırılıyordu. Demokrasi ve insan hakları öğretisi "insan"a bağımlı olmaktan kademe kademe çıkarılarak, kalkınmış ülke olmanın, iyi işleyen bir piyasa ekonomisine sahip olmanın ölçüleri olmaya yönlendiriliyordu. Süreç, demokrasiyi ve insan haklarını, insan gerçeği ile dolaysız "bağı" olan çerçeveler olmaktan boşandırmaya ve ancak piyasa üzerinden dolaylı olarak insan gerçeği ile "temas" eden dinamikler haline getirmeye yönelmişti. Bir şekilde, demokrasi ve insan hakları, bağımlı değişken haline gelmişti. 11 Eylül'le beraber "piyasa"nın yerini "güvenlik" almaya başlıyor… Demokrasi ve insan haklarını bağımlı değişken yapmaya olanak veren siyasal zihniyet biçimi "güncelleniyor". Böylece, demokrasinin ve insan haklarının, güvenliği koruyan bir işleve bürünmesi sağlanmaya çalışılıyor. Bu durumun, güvenlik kaygısı ile demokrasiyi ve insan haklarını eksiltmeye dönük klasik siyasal refleksten farklı olduğunu belirlememiz gerekir. Dünyayı sarmaya başlayan güvenlik mantığından yararlananların demokrasiden ve insan haklarından faydalanmasında herhangi bir sıkıntı yok, buna karşılık bu demokrasi ve insan hakları çerçevesi, ancak belli yerlerde çalışıyor, başka yerlerde ise toplumu dışlayan kontrol mekanizmalarına dönüşüveriyor. Sonuçta, bir başka açıdan, toplum "siyasal özne" olmaktan bir kere daha çıkarılıyor. Toplumun "siyasal özne" olmaktan çıkarılmasına dönük son durum, hepsinden kaygı vericidir. Çünkü, bu durumda, demokrasi ve insan haklarının siyasal semantiği olumsuz yönde dönüşmektedir.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |