|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Mayıs 2002 ile birlikte, Ortadoğu ve dolayısıyla uluslararası politika bir 'yeni süreç'e adım attı. Bu yeni sürecin 'simgeleri' var: Filistin lideri Yasir Arafat'ın 29 Mart'tan beri 'ölüm tehdidi' altında mahsur tutulduğu Ramallah'daki karargahının etrafındaki İsrail kuşatmasının sona ermesi ve Amerikan Dışişleri Bakanı Colin Powell'in Arafat'ın 'serbest kalması'ndan 24 saat geçmeden, yaz aylarında 'Avrupa'da' bir 'uluslararası barış konferansı'nın toplanacağını açıklaması. Bu, Bush yönetiminin 'unilateralist' yani 'tek ve keyfi' uluslararası politikasının, sınırlanmak zorunda kaldığının işareti. Yine de, bu 'dörtlü'de en etkili ağırlık, kuşkusuz, Washington'un. Dışişleri bakanları düzeyinde toplanacağı anlaşılan bu 'uluslararası barış konferansı'nın, Amerikan-AB-Rus ve BM'nin 'ortak girişimi' yani bir 'dörtlü girişim' olması dikkat çekiyor. Masaya gelecek olanın ise, George W.Bush ile Suudi Arabistan Veliahdı Prens Abdullah'ın 5 gün boyunca Teksas'taki görüşmelerinin sonucu olan bir 'Amerikan-Suudi barış planı' olacağı anlaşılıyor. Bu arada, önümüzdeki hafta, İsrail Başbakanı Ariel Sharon, Beyaz Saray'da bekleniyor ve onun da 'bugüne dek hiç görülmeyen bir İsrail barış planı'nı çantasında taşıdığı haber veriliyor. Sharon'un ardından Ürdün Kralı Abdullah II, Beyaz Saray'a konuk olacak. Ortadoğu'da işler tamam mı? Bush'un altını çizdiği bir 'bağımsız Filistin devleti' ile sonuçlanacak cinsten Ortadoğu barış dönemine mi girildi? Hayır. O kadar aceleye gerek yok. Sharon bir yandan 'Arafat'ın terör eylemlerine mali destek sağladığına' ilişkin 'belgeler'in ele geçtiğini öne sürerek, Filistin liderini 'barış partneri' olarak kabul etmeyeceğinin ve onu 'devre dışı' bırakma amacından vazgeçmediğinin sinyallerini veriyor. Arafat ise İsrail yönetiminin 'Rabin'in katillerinden' oluştuğunu bildirerek, İsrail'i 'Nazilik, ırkçılık ve barbarlık'la suçluyor. Bu arada, Cenin'e ilişkin BM İnceleme Komitesi'nin görevi, İsrail engellenmesi nedeniyle Kofi Annan tarafından resmen sona erdirilmiş olsa da, Amerikan İnsan Hakları İzleme Komitesi (Human Rights Watch), 48 sayfalık ve Cenin'de 'savaş suçları işlendiğini' içeren raporunu yayınladı bile. Uluslararası Af Örgütü'nün aynı yönde çalışması var. Cenin, daha önce belirttiğimiz gibi, Yahudi devletinin Holocaust ile elde ettiği 'ahlaki üstünlüğe son verecek' bir 'ahlaki ip' olarak İsrail'in boynunda ve uluslararası gündemde duracak gibi. O yüzden, Filistin-İsrail ekseninde bundan sonra izlenecek 'güzergah'ın üzerinde bir dizi 'mayın' döşenmiş durumda. Söz konusu olan, 'yeni süreç'; yeni süreç 'barışa doğru dolu dizgin gidiliyor' demek değil. Uluslararası politika, hernekadar Amerika'nın tartışılmaz askeri ve teknolojik üstünlüğünün damgasını taşıyan 'Realpolitik'in yani güçler dengesinin kuvvetli damgasını taşımaktaysa da, 'ahlak' unsuru, bugüne dek farkedilmediği ölçüde etkisini göstereceğe benziyor. 'Irkçılık zihniyeti' ve bunun ardındaki 'dini bağnazlık', uluslararası politikada 'karar alma süreçleri'ni etkilediği oranda, 'ahlak' unsuru önemli bir 'politika girdisi' olarak işlevsellik kazanacak. Benim bu köşede yazdığım yazılarda da ilkesel olarak iki unsura riayet edilecek: 'Ahlaki olmak' ve yazıların amacı olarak siyaseti -iç ve dış- 'yorumlamak'. O nedenle, dedikodu sütunlarıyla asla polemik yapmadım ve bundan sonra da yapmayacağım. Sadece doğrudan beni ilzam ettiği; kötüye kullanıldığımı ve yalana dayandığını gördüğüm, noktada, 'teşhisim'i bir kez ilan eder, geçerim. Dedikodu yazarlığı benim konu alanıma girmiyor. Dedikodu ile bilgiye dayanan yorumu birbirinden çok güzel ayıran bir yazıya örnek, bir süre önce İsrail'in ciddi gazetesi Haaretz'de yayınlandı. Yazı, Bush'un İsrail ve Ortadoğu'ya ilişkin siyasi kararlarında Cumhuriyetçi Parti içinde hangi eğilimlerin, nasıl etkisi altında kaldığını inceliyordu. Cumhuriyetçi Parti'de yansıyan söz konusu durum, Amerikan karar verme sürecini etkilediği için, önemi ve boyutları, Türkiye dahil, tüm uluslararası yaşam için önem taşıyor. "Cumhuriyetçi Parti içindeki iç sorunlar İsrail için iyi havadis. Washington'daki ve Amerikan kamuoyu içinde savaş, sadece İsrail'in eski Demokrat dostları tarafından verilmiyor; aynı zamanda, İsrail düşmanlarından kurtarmak ve bunun Amerika'nın yöneteceği sıkı bir dayakla sağlanmasını isteyen coşkulu ve savaşa hazır neo-muhafazakarlar tarafından veriliyor" diye başlayan yazıda içerilen önemli hususlar şöyle sıralanabilir: 1. İsrail'e ilişkin 'yeni' Amerikan politikasına (örneğin, İsrail'in işgal ettiği Filistin topraklarından çekilmesi gerektiğine ilişkin Bush'un demeçleri) yönelik Cumhuriyetçi Parti'nin muhafazakar-sağ kanadından yükselen protestolar, Bush'un ağız değiştirmesine, dilini yumuşatmasına ve hatta Sharon'u 'barış adamı' diye nitelemesine vardı. Çünkü, Bush, İsrail'e ağır bir baskının, Amerikan iç politikasında 'ağır bir faturası'nın kendisine çıkacağını gördü. Bunun sebebi, Yahudi oylarını kaybetmekten kaynaklanmıyordu. Çünkü, Yahudilerin büyük kütlesi hiçbir zaman Cumhuriyetçilere oy vermedi ve bundan sonra da bunda esaslı bir değişiklik beklenmiyor. Esas sıkıntı, Bush'un parti içindeki dayanağı olan Hristiyan sağı ve neo-muhafazakarların desteğini kaybetmesi ihtimalinden kaynaklanıyor. 2. Neo-muhafazakarlık, Reagan döneminde Cumhuriyetçi Parti içinde başlamıştı ama 'marjinal' bir akım idi; oysa şimdi Cumhuriyetçi Parti'nin 'ideolojik kılavuzluğu'nu bu akım sağlıyor ve Beyaz Saray, bunların görüşlerine büyük önem veriyor. Neo-muhafazakarların arasında, Charles Krauthammer, William Kristol ve Norman Podhoretz gibi ünlü ve etkili Yahudi yazarlar var. Bunların birçoğu, Amerikan solunda ortaya çıktılar ve zaman içinde Amerikan sağına geçiş yaptılar. Neo-muhafazakarlık ideolojisinin sloganı 'güçlü ve adil Amerika'; ve bu yüzden bu akım, Başkan Bush'un 'terörizme karşı küresel ölçekte savaş'ına hemen başında ve büyük destek verdiler. Bu nedenle, sağcı düşünürler; Bush'un terörizme karşı savaşı ile Sharon hükümeti arasında fark gözetmeye çalışmasını anlayamıyor ve karşı çıkıyorlar. Tıpkı, 1972 Başkanlık seçiminde Cumhuriyetçi aday Richard Nixon'un Demokrat aday George McGovern'ı 'komünizme karşı yumuşak' olmakla suçlaması gibi, bugün 'komünizm'in yerine ikame edilen 'terörizm' ile savaş konusunda 'yumuşak tavrı' reddediyorlar ve Sharon'un güçlü bir biçimde desteklenmesinden yanalar. Bu görüşlerini, büyük ölçüde hakim oldukları gazete ve dergi köşelerinde ve televizyon programlarında sürekli dile getiriyorlar. Bu ekibin Yönetim'deki temsilcileri, Pentagon'un sağcı üst kademelerinde yer alıyor. Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz, Müsteşar Doug Feith ve özel danışman Richard Perle, bu isimler arasında sayılabilir. (Ne ilginçtir ki, bu isimler, Amerikan yönetiminin en önde gelen 'Türkiye dostları' olarak biliniyorlar.) Başta Perle ve diğerleri, İsrail'e kesin ve güçlü bir destek verilmesinden yana, Arafat'la her türlü temasa karşı ve Irak'a yönelik Amerikan askeri harekatının en ateşli savunucuları. 3. Geleneksel muhafazakarlar arasında da İsrail'e çok sağlam destek verilmesinden yana olan bir akım var. Bunların içinde Sharon'a yakınlığı bilinen ve sürekli olarak Amerika'yı tereddütsüz biçimde İsrail'e destek olmaya çağıran Yahudi köşe yazarı William Safire göze çarpıyor. Ancak, bu kesim, esas olarak, köktendinci Hristiyan sağından oluşuyor. Örneğin, etkili radyocu Rush Limbaugh, bu grubun içinde. George W.Bush, babasının 1992'deki başkanlık seçim kampanyasında Hristiyan sağı ile ilişki kurmakla görevliydi ve o tarihten bu yana, bu kesimin ileri gelenleriyle yakın ilişkide. Görüşlerine büyük önem veriyor. Bu kesimin içinde, giderek marjinalleşmekle birlikte Pat Buchanan ve Robert Novak gibi, İsrail'e desteğin Cumhuriyetçi ilkelerle çeliştiğini, dış yardımın asgariye indirilmesi ve bölgesel ihtilaflara karışmamanın, Cumhuriyetçi ilkelerin temeli olduğunu ileri sürenler de bulunuyor. Bunlar, (muhtemelen petrol lobisinin çıkarları gereği) Amerikan ekonomik çıkarlarına uygun olarak, Arap devletlerinin İsrail'e tercih edilmesini savunanlar. 4. Yeni ve geleneksel muhafazakarlar ve İsrail'i şahin savunma ideolojisi gereği destekleyenlerin yanısıra bir başka sağcı grup daha var. Köktendinci Hristiyanlar diye nitelenebilecek bu grupların, İsrail yanlısı duygularının temelinde evanjelist vaizler ve bunların Amerika'nın Orta-Batı'sında Bible Belt (İncil Kuşağı) diye bilinen bölgedeki cemaatlerinin bir Hristiyan tefsirine dayanması yatıyor. Jerry Falwell, Pat Robertson ve Cal Thomas gibi çok etkili rahipler, kıyamet gününde Hristiyanlığın kurtuluş anının İsrailoğullarının topraklarında yeniden varoluşu ile mümkün olabileceğine inanıyor ve bunu yayıyorlar. Amerikan Hristiyanlığındaki bu 'Mesih inancına dayanan dini alan'ın İsrail ile ilişkisi yeni değil. Menahem Begin döneminden bu yana, İsrail ile Amerikan dinci (Hristiyan) sağı arasında güçlü bir ilişki kuruldu. Amerikan dinci sağı; büyük, güçlü ve saldırgan bir İsrail'e tavizsiz Hristiyan desteğini savunuyorlar. Bu son cümleler, aynen İsrail gazetesi Haaretz'den alınma. Yani, mahkemelerde tanıklık ederken, kural gereği yeminlerine 'Gerçeği, yalnız gerçeği' diye başlayan bu türden Amerikalılar, 'günün gerçekleri'nden ziyade, 'ırkçı tonlar' taşıyan 'dini-ideolojik önyargıları'nın esiri. Bu zihniyet Amerikan karar vericisine egemen olduğu ölçüde, elbette, çok tehlikeli. Ortadoğu ve Filistin sorununa ilişkin, kaçınılmaz olarak, İslam dünyasındaki karşıtını da harekete geçirecek ve Ortadoğu, bu anlamda, 'Medeniyetler Çatışması' için verimli bir zemin teşkil edebilir. Bundan, Türkiye de nasibini alır. Ortadoğu'ya ve Filistin-İsrail çatışmasıyla irtibatlı her gelişmeyi, en geniş boyutlarıyla ve dikkatle izlemeye devam etmek şart.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |