|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Kofi Annan, 1977'den beri Kıbrıs'a ayak basan ilk Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri. Yani, çeyrek yüzyıldan bu yana Ada'ya hiçbir BM Genel Sekreteri'nin ayak basmadığı gözönüne alınırsa, bu 'ziyaret'i Kıbrıs'ın 'olağanüstü günler'in eşiğinde bulunduğu şeklinde değerlendirmek yanlış olmaz. Nitekim, Kofi Annan'ın ziyaretinin arefesinde, beklenmedik biçimde Rauf Denktaş ile Glafkos Klerides'in 'tarafsız bölge'de ve 31. kez biraraya gelmelerini de not etmek gerekiyor. Kıbrıs'ta bir çözüm için Haziran tarihi 'son süre' olarak algılandığı için, diplomatik faaliyet ve trafik, besbelli artmış durumda. Haziran, 'olmazsa olmaz' değil; birkaç ay daha beklenebilir ama bir husus kesin ki, o da 2002 sonuna dek, Kıbrıs'ta çözüm olup olmayacağının ortaya çıkmasının şart olması. Zira, 13 Aralık'ta Kopenhag'da yapılacak olan AB Zirvesi, 'AB Genişlemesi'ne dahil olacak ve içlerinde Kıbrıs'ın da bulunacağı 10 ülkeyi ilan edecek. Sorun, o tarih geldiğinde Kıbrıs, Rum Yönetimi olarak mı AB'ye dahil olacak; yoksa bir çözüme ulaşılmış haliyle Türk kesimi de AB içinde yerini alacak mı? İlk şık söz konusu olursa, Türkiye'nin AB ufukları bilinmeyen bir geleceğe ilişkin kararacak; ikinci şıkkın geçerli olması halinde ise, Türkiye'ye AB ile 'tam üyelik müzakereleri'ne başlaması için bir 'tarih' ilan edilecek. AB ile tam üyelik müzakerelerine başlayıp da –ne kadar sürerse sürsün– AB'ye üye olmamış tek bir ülke bulunmadığı için, Türkiye'nin ufukları aydınlanacak. Kıbrıs, bu bakımdan, -bazı Türk yetkilileri aksini söylerlerse söylesinler- Türkiye-AB ilişkileriyle birinci derecede 'irtibatlı'. Ortadaki sorun nedir? Kimilerinin hayasızca ve yalan söyleyerek ortaya attıkları gibi, Türkiye'nin 'AB'ye girebilme uğruna Kıbrıs'ı satması' mı? Yani, Kıbrıs'ı 'verip'; AB üyeliğini 'alması' mı? 'Kıbrıs'ı verin; AB'ye girin' diyen gerçekten var mı? Hayır, böyle bir durum yok. Ancak, eğer Kıbrıs, sorun devam ettiği ve bir çözüme erişilemediği takdirde; genişlemenin tümü Yunanistan tarafından 'veto' edileceği için, yoğun bir 'çözüm baskısı' altında. Eğer çözüme erişilemezse, AB, 110 milyon Orta ve Doğu Avrupa ülkesinin AB dışında bırakılmasına razı olmayacağı için, üyelik müzakerelerini bugüne dek 'yasal hükümet' konumunda sürdürmüş olan Rum tarafının Kıbrıs adına üye alınacağını beyan etti. Zaten, bu husus, 1999 Helsinki kararlarında da zikredilmişti. Rum tarafı, bu 'güvence'nin rahatlığı ile 'makul bir çözüm'e direnebilecek manevra marjını elinde tutuyor. Hal böyle olunca, Türkiye ve Türk tarafının 'kabul edilemez tavizler'le çözüme boyun eğeceği gibi bir izlenim doğuyor. AB karşıtları da, bu 'izlenim'e sığınarak, aslında AB karşıtı kampanyalarını, Kıbrıs'ta 'ulusal davayı savunuyormuş' kisvesine büründürtüyorlar. Aslında, Türk tarafının (bunu Rauf Denktaş diye de okuyabilirsiniz), bir süredir önerdiği 'çözüm parametreleri' doğru. Türk tarafı, bir 'ortaklık devleti' esprisinden hareket ediyor. Rum tarafı ise üstü kapalı ya da yarı açık biçimde 'Rum çoğunluk-Türk azınlık' formatında bir devletten yanalar. Yani, zaten kendi kontrollerinde olan 'Kıbrıs devleti'ne, Türklerin 'azınlık statüsü' ile dahil olacakları bir çözüm arayışını benimsemişe benziyorlar. Kıbrıs'ta çözüm modaliteleri, 1977 Denktaş-Makarios ve 1979 Denktaş-Kipriyanu protokollerinde ve özellikle BM Güvenlik Konseyi'nin 1990 yılındaki 649 sayılı kararında ve hatta Butros Gali Öneriler Paketi'nde mevcut. 'İki kesimli-iki toplumlu federal çözüm' bir 'ortaklık devleti' esprisine uygun. Bunun içinin doldurulması gerekiyor. Türk tarafının asıl 'taviz' vereceği hususların başında şu sıra Ada'nın yüzde 37'si dolayındaki toprakların bir kısmını Rum kesimine devretmesi geliyor. Türk kesiminin, yüzde 20-25 arası bir oranda oluşması için karşı-baskı var. 'Toprak karşılığı barış', bugünün dünyasında, en başta Ortadoğu'da, herhangi bir 'siyasi çözüm'ün ilkesini oluşturuyor. Eğer, Türk tarafının gerçekten bir 'çözüm iradesi' varsa, 'kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez' hesabı, kabul edilebilir ölçülerde 'toprak tavizi'nden kaçış yok. Türk tarafının, AB bünyesi içine girmesi Türkçe'yi Avrupa resmi dillerinden biri haline getirecek; Türkiye'ye AB kapılarını açacak. AB'nin Türkiye için önemini, şu basit rakamlar vermeye yetiyor da artıyor: Eğer Türkiye, bundan 10 yıl önce AB üyesi olsaydı, 750 milyar ile 1 trilyon dolar arasında para Türkiye'ye girmiş ve Türkiye'de kişi başına milli gelir 10 bin dolar olacaktı. Kaçınılmaz biçimde, Türkiye'nin demokrasisi de sağlam güvencelerle 'işlerlik' kazanacaktı. Yaşanan ekonomik kriz yaşanmayacaktı. IMF'ye 34 milyar dolar borç takılmayacaktı vs. vs... Türkiye, bugünden 10 yıl sonra AB üyesi olamazsa; Romanya ve Bulgaristan'ın dahi gerisinde kalacak. Avrupa güvenlik mimarisinin kıyısına itilecek. Amerika'daki kimi lobilerin ve Türkiye'nin kurumlarındaki bazı uzantılarının tasavvur ettiği 'Amerika-İsrail-Türkiye üçgeni', Türkiye'nin içine itileceği 'AB'sizlik boşluğu'nu doldurmaz. Tersine, Türkiye'yi kutuplaştırır; güvenlik risklerinin yanısıra ekonomik yoksullaşmanın yol açacağı 'destabilizasyon', Türkiye'nin her anlamda güvenliğini tehdit eder duruma gelir. Bu yüzden, Türkiye ve Kıbrıs Türk diplomasisini yürütenler, doğru, haklı ve makul tezleri savunurlarken, bugüne dek yaptıkları gibi, AB karşıtı eda takınarak değil, 'AB doğrultusunda bir siyasi irade' gereği olarak o tezleri savunduklarını ortaya koymalıdırlar. Geçmişin kötü anılarına dayalı siyaset, hiç kimseye Türkiye'nin geleceğini karartma meşruiyeti kazandırtmamalıdır.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |