T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
14 Mayıs'ın anlamı

Dün 14 Mayıs'tı. Bu tarih, merkez sağda veyahut muhafazakâr zeminde ilerlemek isteyen partilerin önemli bir referansıdır.

14 Mayıs 1950'de, devletin kurucusu Cumhuriyet Halk Partisi, halkın oylarıyla iktidar koltuğundan düşürülmüştür.

Cumhurbaşkanı İsmet Paşa, seçimleri kaybedeceğini bir an bile aklından geçirmiyordu. Kendisini ancak, Demokrat Parti'nin muhalefetine alıştırmıştı. Zaten bu yüzden hiç affetmedi. İktidardan devrilmiş olmayı bir türlü hazmedemedi. Öyle çetin, öyle tahammülsüz bir muhalefet yürüttü ki, ipleri gerdi, ülkede kutuplaşma yarattı.

İnönü ve darbe

Türkiye'yi 27 Mayıs darbesine götüren gelişmelere onun da katkısı oldu.

Oysa tecrübeli bir devlet adamı sıfatıyla, siyasi uzlaşmayı sağlayabilir, diyalog kapılarını açık tutmaya çalışabilirdi. Türkiye'nin çok partili düzene ayak attığı yıllarda, maalesef İsmet Paşa olgun bir devlet adamı gibi davranmadı. Yangına körükle giden hırçın bir siyasetçi oldu.

Atatürk onu görevden alarak, Celâl Bayar'ı başbakan yapmıştı. İnönü uzaklaştırılırken, Bayar Atatürk'e yakınlaşmıştı. İşte o günlerde filizlenen kıskançlık ve öfke, 1950'li yıllara hâkim oldu. İnönü-Bayar çekişmesi, 10 yılın kutuplaşmasına ve gerginlik içinde geçmesine sebebiyet verdi. Ayrıca, siyasi tarihimize kara bir leke gibi düşen askeri darbelerin de yolunu açtı.

Elbette, o karanlık tünele girilmesinde, Menderes - Bayar çifti de, olumsuz bir rol oynadı. Ama, İnönü, madem ki siyasetin duayeniydi, farklı davranabilirdi. Özellikle, ocaktan gelmesinin kazandırdığı itibarla, askeri, kışla içinde tutmaya çalışabilirdi.

Ama maalesef tam aksini yaptı. İnönü'nün, Tahkikat Komisyonu'nun kurulması üzerine sarfettiği "Sizi ben bile kurtaramam" sözleri, CHP-ordu ittifakını çağrıştırıyor, "Ben bile darbeyi önleyemem" anlamına geliyordu. Nitekim, "Şartlar tamam olursa ihtilâl meşru olur" cümlesi ile de, bu düşüncesini büyük bir açıklıkla ifade etmekte beis görmemişti.

27 Mayıs darbecilerinden Orhan Erkanlı, "Bu şekilde konuşan İnönü, bizimle beraber olmasa dahi, bize karşı çıkmaz diye düşündük" yorumunu yapmıştır.

Fitne ve fesat

Netice itibariyle, Adnan Menderes, 28 Nisan'daki öğrenci eylemleri ve 21 Mayıs'taki Harp Okulu talebelerinin yürüyüşüyle ortalık karışınca, çıktığı son yurt gezisinde, seçimleri erkene alacaklarını açıklamıştı. Son genel seçimler 1957 yılında yapıldığı için, sandığa gidilmesine 1 yıl vardı. Ama, fitne fesat almış yürümüş, üniversite gençliğinin kıyma makinelerinden geçirilip öldürüldüğü, Harbiyelilerin "tenkil" edilmek istendiği, Demokrat Partililerin ülkeyi soyup soğana çevirdiği dedikoduları yayılmıştı.

Evet, belki geniş yetkilerle donatılan Tahkikat Komisyonu veyahut Vatan Cephesi bir hata idi. Ama sonuçta, seçimler beklenebilirdi.

Bu noktada, seçmene duyulan güvensizlik ortaya çıkıyor. Aydınların veyahut aydın geçinenlerin, Türkiye'nin kaderinin "cahil oy çoğunluğu" tarafından belirlenmesine tahammüleri yoktu!

Bir rapor

Bugün, halâ, 27 Mayıs darbesini savunanlar var.

Bir hakaret davasında, bilirkişi sıfatıyla görüşlerini bildiren Marmara Üniversitesi profesörlerinden Bülent İplikçioğlu, o dönemdeki talebe eylemlerini ayaklanma olarak değerlendirmemi eleştirerek "28 Nisan öğrenci hareketi bir ayaklanma değil, ülkedeki karanlık ve olumsuz gelişmelere karşı, bilim ve aydınlık yuvası üniversite öğrencilerinin açık bir protestosu niteliğindedir. Rektör Prof. Sıddık Sami Onar'ın gayretleriyle, öğrenciler ile askerler birbiriyle kaynaşmıştır. Bir ayaklanma olsa, oraya gelmiş askeri birliklerin kayıtsız kalması düşünülemezdi" diyor.

O tarihte, kendi kendine gelişen bir demokratik tepki söz konusu idiyse, gençler manipüle edilip, sokak eylemlerine sürüklenmemişlerse, bugün, üstelik Anayasa'ya kesin aykırılığı Cumhurbaşkanı tarafından tescilli bir RTÜK Yasası neden onları harekete geçirmiyor? Üstelik baskı ve cebirle, liderlerin sıkı denetimi altında, bir kişinin keyfine, koca Parlamento çalıştırılmıyor mu?

Ordu+CHP= İktidar

Herkes Nisan olaylarında, darbe yapmaya hazırlanan askerin ve darbecilerin müttefiki haline gelen CHP'nin parmağı bulunduğunu biliyor.

27 Mayıs'tan sonra, Ordu+CHP = İktidar formülü ile işler yürümedi mi? Demokrat Partililerin bulunduğu evleri, bir bir CHP'liler göstermedi mi?

21 Ekim 1961 seçimlerinden sonra, Silâhlı Kuvvetler Birliği adındaki cunta üyeleri toplanarak, seçim sonuçlarını iptâl etme ve iktidarı bu milletin hakiki temsilcilerine devretme kararını almadı mı?

Zorla ikna edildiler. Onlara, Ali Fuat Başgil'in Cumhurbaşkanı adaylığından çekilmesi, Milli Birlik Komitesi'nin başı Cemal Gürsel'in Cumhurbaşkanı seçilmesi ve hükûmetin İsmet Paşa'nın başbakanlığında kurulması tavizi verildi.

Demirel ve asker

Süleyman Demirel, Neşe Düzel ile mülâkatında, politikacıların askerlerden korktuğunu söylüyor: "1960 olayı orta yerdeyken, Türkiye'de bu korkuların kolay kolay geçmesi mümkün değil. Siz seçilmiş Parlamento'yu hapishaneye götürürseniz, seçilmiş başbakanı götürür asarsanız, bunu ülkenin entellektüelleri alkışlarsa, bana 2000 yılında gelip, asker bu ülkede ne kadar siyasete hâkimdir sorusunu sormayın. Bütün hadise, yüksek iradenin millet iradesi olduğundan şaşmamaktır. Biz 40 yıldır bunu savunageldik." (Radikal-6 Mayıs 2002)

Bu cümleleri sarfeden Demirel, aynı mülâkatta 28 Şubat'ın post-modern bir darbe olduğunu kabul etmiyor.

Neşe Düzel: Bu süreçte yaşanan Genelkurmay brifingleri sizce demokrasiye uygun muydu? Neden halkı siviller değil de asker bilgilendiriyordu?

Demirel: Bunları şimdi söylüyorsunuz. O zaman neredeydiniz? Niye herkes evinin ışığını yakıp söndürüyordu?

Neşe Düzel: Susurluk için söndü yandı o ışıklar.

Demirel: Hiç alâkası yok. İrticaya karşıydı.

Süleyman Demirel, Erbakan Hükûmeti'nin halkın baskısıyla istifa ettiğini ileri sürüyordu. Vatandaşların irticaya karşı sokağa döküldüğünü iddia ediyor. 40 yıldır milli irade üstünlüğünü müdafaa eden bir siyasetçi, 28 Şubat'ı haklı gösteriyorsa, 14 Mayıs 1950'de, çok partili hayata adım atan Türkiye'de, demokrasinin niçin halâ suni teneffüsle yaşadığına şaşmamak lâzım.

Yetti gari!

Demokrat Parti, bir dikta rejimini (tek şef dönemini) takiben iktidara geldi. İkinci dünya savaşı, diktatörlüklerin yıkılmasıyla sonuçlanmıştı. Dünyadaki demokratik talepler, Türkiye'nin de özgürleşmesine yol açmıştı.

Ama, ülkemiz henüz çok partili siyasi hayata yeni adım atıyordu. Milletvekilleri tecrübesizdi, birbirine karşı tahammülsüzdü. Çoğunluk sistemine dayalı seçimler, Meclis'e dengesiz bir tablo yansıtmıştı; CHP'den sadece bir avuç milletvekili Parlamento'ya girebilmişti. Menderes, çoğunluğun iradesini savunurken, azınlığın haklarına karşı yeterli hassasiyeti göstermiyordu. Demokrasinin ruhuna ters düşen adımlar atıldı.

Ama, her şey kendi akışına bırakılsaydı, darbeye gerek kalmadan, işler düzelecek ve Türkiye halâ, askerin gölgesinin, demokrasinin üzerine düştüğü bir ülke konumunda bulunmayacaktı.

Siyasetimizi istikrarsızlıktan kurtaramamızın sebebi bu müdahalelerdir. Halkı, korkutacak ve hasta Ecevit'e razı edeceksiniz. Her şeyi manipüle edip, tepeden şekillendireceksiniz. Gerekirse medyayı, gerekirse adaleti, amaçlarınız doğrultusunda kullanacaksınız.

Yetti gari! 14 Mayıs'ın manâ ve ehemmiyetini herkes kavrasa, siyasetçinin meşruiyetinin, sivil-asker bürokrasinin ve medya patronlarının kabulüne değil, halk egemenliğine dayandığı bilincine varılsa, Türkiye'de sorun kalmayacak, siyasi istikrar hemen avdet edecektir.


15 Mayıs 2002
Çarşamba
 
NAZLI ILICAK


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED