T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
AB takviminde keskin virajlar dönemi ve devlet...

AB meselesinin Türkiye'de devlet içi ve siyasi partiler arası gerilimlere şemsiye görevi yapması boşuna değil. AB konusunda tartışılacak, elden geçirilecek onlarca mesele var elbet; ama şu değişmez bir gerçek:

AB'siz bir Türkiye karanlığa doğru yol alacaktır ve AB üyeliği ülkenin önümüzdeki 50 yılını belirleyecek ana tercihlerden birisini oluşturacaktır.

Türkiye'nin AB ile müzakerelere başlaması konusunda takvim sıkışıyor. Kürtçe yayın meselesi, olağanüstü hal uygulaması Haziran sonuna kadar çözülmediği takdirde Türkiye'nin adaylık müzakerelerinin başlaması eskisinden daha zor olacak.

Ve son liderler zirvesine bakılacak olursa, resim hâlâ bulanık, bu konuda karar meşruiyetini sağlamak MGK'ya bırakılmış görünüyor.

AB konusunda egemenlik, toplumsal travma, iç siyaset gibi meseleleri bir kenara iterek; sorunu ve soruyu bir kez daha yalınlaştırmak gerekiyor.

Türkiye tarihi rotasını tekrar ayarlayabilmek, çağdaş normlara kapı açabilmek için, çağın içinde kalabilmek ve AB'ye aday olabilmek için Kopenhag kriterlerini uygulamak zorunda...

Şimdi bir kez daha hatırlayalım Kopenhag kriterlerini...

Avrupa Komisyonu 22 Haziran 1993 tarihli Kopenhag toplantısında Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin AT'ye üye olabilmeleri için üç koşulu yerine getirmelerini kararlaştırmıştı.

İlk koşul, hukuk devleti uygulaması, insan hakları ve azınlıklara saygı üzerine kurulu bir siyasi yapı; ikinci koşul, rekabetçi pazar ekonomisinin kabülü; üçüncüsü koşul ise bunları ve üye olma halinde doğacak diğer yükümlülükleri göğüsleme garantisiydi. Bu ilkeler Doğu ve Orta Avrupa ülkeleriyle sınırlı kalmadı. Daha sonra aralarında Türkiye'nin de bulunduğu üye olmak isteyen tüm ülkeleri kapsadı.

Tekrar bugüne dönelim...

Türkiye'nin ikinci ve üçüncü koşul konusunda henüz büyük bir sıkıntısı yok.

Sorun birinci koşulda... Hukuk devleti, insan hakları ve azınlıklar meselesinde...

Bu konuda gerek yasal mevzuatın sıkılaştırılması, gerek fiili durumlar ya da uygulamalar açısından ülkenin son dört yılda sürekli zemin kaybettiğine, kaybetmeye devam ettiğine kuşku yok.

Bu zemin kaybına yol açan iki meselesi var ülkenin:

1. İslami kimlik ve Kürt kimliği...

2. Bu iki toplumsal soruna birer asayiş meselesi olarak bakan, asayiş tedbirleriyle sorun çözemediği oranda otoriterleşen, hukuk devletinden ve insan haklarına saygıdan uzaklaşan kamu otoritesi...

İslami kimlik konusunda kaybedilen zemini telafi etmek ve mevcut sorunları aşmak daha kolay.

Çetferil ve anahtar konumda olan mesele Susurluk skandalının perde arkasını oluşturan ve Avrupa'yla ilişkiler açısından kendisini ivedilikle dayatan Kürt sorunu.

Başta Güneydoğu olmak üzere tüm ülke on yıllık savaşın faturasını her anlamda ödedi.

Hâlâ ödemeye devam ediyor. Ediyor çünkü, PKK'nın marjinalize edilmesinin bedeli olarak, karşımızda, Güneydoğu'da geleneksel dokunun bozulması, kırsal kesimin yaşamını nerdeyse tümüyle "savaş" koşullarında, "savaş" araçlarıyla idame ettirdiği bir bölge gerçeği var. PKK'nın marjinalize edilmesi için kullanılan araçların ortaya çıkardığı siyasi, ekonomik ve sosyal koşullar; Kürt sorununu, gerek tespiti, gerek çözümü açısından daha çetrefil bir hale getirmiş bulunuyor. Askeri faktör, Kürt meselesini tayin eden diğer nedenlerin ötesinde, yeni nedenler oluşturarak yeni sonuçlara yol açmış durumda. Bunlardan en önemlisi; askeri otoritenin, icra yetkisini çerçeveleyen, yönlendiren rolüne ve bunun anlamına ilişkin sonuç.

Nasıl?

Silahlı Kuvvetler'in, Kürt sorununu terör sorunu olarak tanımladığı açık. Asker, her zaman olduğu gibi ve "asker mantığı"na uygun olarak terör sorununu geniş ele alıyor. Her türlü önlemi, askeri çabanın lojistik desteği olarak tanımlıyor, insan ve siyaset unsurunu dışlayan bir rotaya oturtuyor.

Sorun da burada başlıyor.

Zira asker yukarıda belirttiğimiz özelliklerden ötürü ve doğal olarak, siyasi alana girdiği andan itibaren, o alanın siyasi boyutunu imha eder, bu alanı siyasetüstü bir devlet alanı, kendi önerilerini siyasetdışı "milli menfaatler" manzumesi haline çevirir.

Peki sonuç?

Yine Güneydoğu örneğiyle yanıtlayalım bu soruyu...

Bunun sonucunda askeri otorite, kendi mantığı dışında kalan her türlü öneri, özgürlük ve girişimi PKK'nın siyasileşme çabasına siyasi destek olarak görüyor. Bu bakış, siyasi, ekonomik, sosyal öneri, fikir ve girişimleri yasaklıyor, cezalandırıyor, imkansız kılıyor. Toplumsal talepler ve siyasi kararlar arasındaki etkileşim devre dışı bırakıldığı oranda, bölgenin Türkiye'ye entegrasyonu zımni olarak engelleniyor. Türkiye ile bölge arasındaki uçurum artıyor; güce endeksli zihniyet sorunu azıyor.

Dememiz odur ki, görünen köy kılavuz istemez.

Ülkenin siyasi çıkarları ile çağdaş demokrasinin gerekleri, Kopenhag kriterleri birbiriyle açıkça örtüşmektedir...



25 Mayıs 2002
Cuma
 
ALİ BAYRAMOĞLU
ALİ BAYRAMOĞLU


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED