T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
'Ötekiler' yargılanırken...

Çok kez bu cinsten gazete köşelerinde önemli hükümler verilir. Türkiye'ye hatta dünyaya yol gösterilir. Bazan 'yalın gerçekler' kocaman laflarla ince bir alay halinde acımasız ve acıtıcı bir tokat gibi gelir. Aşağıda yer vereceğim 'bilgi notu' ya da 'elektronik posta-e mail' baktım benim dışımda medyanın çeşitli köşelerinde yer alan 24 kişiye gönderilmiş. Bu 24 kişi arasında gazete ya da ekran köşelerinde bu 'not'a yer veren çıkacak mı, bilemiyorum. Umarım çıkar.

'Yalın gerçek' aşağıdaki satırlarda:

"Dün DGM'de bir davayı izlemeye gitmiştim, kaç davaya birden tanık oldum. Bir salonda gazeteci Neşe Düzel yargılanıyordu. "Pir Sultan Abdal 2 Temmuz Vakfı" Başkanı Mustafa Demir ile Radikal gazetesinde tam sayfa röportaj yapmak suçundan -sorduğu sorulardan değil, aldığı yanıtlardan dolayı- Türk Ceza Kanunu'nun ünlü 312. maddesinden ve 2 ila 6 yıl arası hapis istemiyle.

Ne Mustafa Demir oradaydı, ne bir Alevi kuruluşu temsilcisi ne de Radikal'in patronu Aydın Doğan. Yalnızca Neşe Düzel, avukatı ve iki yakını vardı davayı izleyen. Gene de Radikal'in 5. sayfasında renkli fotoğrafıyla 3 sütuna 17 santimlik bir haber oldu hiç değilse. (Züğürt tesellisi).

Hemen yan salonda, Eğitim-Sen 4. Şube Başkanı Ahmet Korkmaz yargılanıyordu, üstelik tutuklu olarak. (Neyse ki tutukluluğu kaldırıldı) Suçu? "Kürtçe seçmeli ders olsun" diye dilekçe veren öğrencilere destek olan bir basın bildirisi. (Bu bildiri, Hikmet Sami Türk'e göre "Teröre yardım - yataklık" suçu oluşturuyor.) Ceza yasası 169. maddeden yargılanıyor, 3 yıldan 5 yıla kadar hapis!

Meslekdaşları, Eğitim-Sen temsilcileri, KESK eski genel başkanı Siyami Erdem oradaydılar. Ama Kürt kurumlarının temsilcileri yoktu. Neşe Düzel ve gazetesinin onlardan, onların Neşe Düzel duruşmasından haberleri yoktu.

Bir ötedeki salonda ise, YENİ ŞAFAK gazetesi yazı işleri müdürü Yusuf Ziya Cömert yargılanıyordu tek başına. Yanında avukatından başka kimse yoktu. Gazetesinde yayınlanan "İşkence" konulu bir haberden ötürü, devletin bir tarafına hakaretten yargılanıyordu. Pek hukuk bilmediğimden anlayamadım neden DGM'de yargılandığını, ama yargılanıyordu işte. Basın yasasına gore "sorumlu yazı işleri müdürü" olmadığından yargılanmaması gerekiyordu ama gene de yargılanıyordu. Duruşmada bu çelişki ortaya çıktı, yargıçlar gazeteyi açıp künyede ne yazdığını, ne yazmadığını gördüler ama sonuç değişmedi. Yusuf Ziya Cömert aklanmadı, yargılamaya devam olunacak.

Kendisi ve avukatından başka kimse yoktu orada. Ne gazatenin sahibi, ne İslami kesimin ünlü kalemleri. Neşe Düzel davası için gelmiş olmasaydım benim de ruhum duymayacaktı demek ki...

İş mi bu yani? Neden hâlâ tek tek yargılanıyoruz?

Neden yargılananlar bunu "özel işi" sanıp, ötekilere haber vermekten utanıyor?

"Ötekiler", işte işin can damarı burası.

"Düşünce Özgürlüğü"nü savunmanın tek tutarlı kıstası var: "Öteki"nin özgürlüğünü savunabilmek. Yani, Sünni isek Alevi'nin, İslam isek Hristiyan'ın, dindar isek ateistin, Türk isek Kürt'ün, erkek isek kadının...

Oysa Ne Neşe Düzel ve gazetesinin, ne de Yusuf Ziya Cömert ve gazetesinin onlardan, ne de onların Neşe Düzel duruşmasından haberleri yoktu.

Şimdi sormalıyız kendi kendimize:

Neredeyiz?"

Bu 'not' herhangi bir yorum gerektirmiyor. Ama benim zihnimde bazı imajları canlandırdı. Birkaç ay once DGM'de değil, ceza mahkemesinde Hikmet Sami Türk'ün açtığı bir davadan ötürü yargılanmaya gittiğimde, avukatım dahi yoktu. Gerçi, avukata ihtiyaç duyurtan bir dava değildi ama adliye koridorlarında bir başımaydım. Siyasi tarihimizin utanç verici bir kepazeliği olan 'andıç'tan dolayı DGM'ye ifade vermeye gittiğim 1998 yılında orada bulunan 'meslek mensuplarım' dayanışma amaçlı değil, haber amaçlı orada bulunan televizyon muhabirleri ve kameramanlardan ibaretti.

Türkiye'nin tartışmasız bir numaralı 'röportajcısı' olan Neşe Düzel'in DGM'de yargılanmasındaki yalnızlığı herhalde ne ona, ne bir başkasına garip gelmiştir.

12 Eylül döneminde Alman Der Spiegel dergisinde yayınlanan müthiş bir fotoğraf belleğimde canlandı. 12 Eylül mahkemelerinin birinde Bülent Ecevit, tek başına sanık sandalyesindeydi. Koca mahkeme salonunda tek bir dinleyici yoktu. Aynı Ecevit'i izlemek, birkaç yıl öncesinde, Türkiye'nin her şehrinde meydanlar insan almıyordu.

Adnan Menderes, idama gittiğinde, on yıl boyunca onun için yollara dökülen onbinlerce insandan bir tanesi, protesto için sokağa çıkmamıştı.

Bir ülkede demokrasi, o ülke onu hakettiği oranda mümkündür. Bizim ülkemizin 'demokrasi kültürü' kendine özgü. 'Pusuya' yatıp, 'sandık beklemek' şeklinde.

Seçim ve demokrasi, belki de bu yüzden, 'eş anlamlı' sözcükler olarak algılanıyor. Ve, ne zaman yükselen bir seçim talebi varsa, bu bir 'demokratik talep' haline geliyor.

Şimdi de böyle…


25 Mayıs 2002
Cuma
 
CENGİZ ÇANDAR


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED