|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Umran'ın son (Mart 2002) sayısında İslâm dünyasının en önemli düşünürlerinden Hasan Hanefi ile tam 24 sayfa tutan bir röportaj yaptık. Akif Emre "bilge kral" Begoviç'le önemli bir konuşma gerçekleştirdi. İslam dünyasının önemli düşünürleri, yazarları, liderleri İslam dünyasının imkanlarını, zaaflarını, dinamizmini tartışan yazılar yazdılar. Ama gerek Hanefi röportajı, gerekse diğer özgün metinler, -Yeni Şafak da dahil- basınımızda hakettiği ilgiyi görmedi; basınımızı heyecanlandırmadı! Bu ne ruhsuzluk böyle, anlayamıyorum doğrusu! Oysa sadece Hanefi röportajında bile bir hayli konuşulacak, tartışılacak önemli şeyler var. Sizi Hanefi ile başbaşa bırakmadan önce, Hanefi'nin solcu gelenekten gelen bir düşünür olduğunu, Türkiye'deki kendi tarihsel, kültürel ve entelektüel derinliğine, dinamiklerine ilgisiz, kör ve sağır, dünyada eşi-benzeri bulunmayan / hilkat garibelerini andıran seküler-sol-liberal aydınların Hanefi'nin söylediklerine özellikle kulak kabartmaları gerektiğini hatırlatmak istiyorum. (Oysa büyük tarihçi Braudel, "Batı'daki ateistlerin bile Hıristiyan kanı ve ruhu taşıdıklarını"; ateist düşünür Zizek ise "AB'nin ancak Yahudi-Hırıstiyan geleneği üzerine inşa edilebileceğini" söyler!) İşte size Hanefi'nin sekülerizm, "Türkiye modeli", terör, İslam tehdidi, İslam ve Batı medeniyetinin dinamikleri gibi konularda zihin, ufuk ve tartışmacı açıcı görüşlerinden bir demet:
Sekülerizm, Bölücü ve Parçalayıcıdır
"1923'ten itibaren Türkiye'de yaşanan sekülerizm deneyimi, oldukça naif ve kolaycı bir çözüm denemesiydi. Bu deneyimin, başarılı olması mümkün değildir. Çünkü her kültürün kendi modeli, kendine özgü bir modeli vardır. Sekülerizm, Batı toplumlarına özgü, bir tecrübedir. Bir yere sekülerizm yerleşti mi, orada, eski ile yeni'nin birarada var olabilmesi, birarada yaşayabilmesi; biraraya getirilebilmesi mümkün değildir. Ya; ya da meselesi yani. Ya eski'den yana; ya da yeni'den yana olmak zorundasınız. Sekülerizm, parçalayıcıdır; "bölücü"dür. Sekülerizmin hâkim olduğu yerde eski ile yeni'yi aynı anda yaşatabilmeniz, varkılabilmeniz imkânsızdır. Bu, Batı toplumlarının deneyimidir. Doğu'da "eski" ile "yeni" "juxtaposition"lar (yapıştırmalar; üstüste bindirmeler) şeklinde bir araya getiriliyor. Oysa bizim İslâmî geleneğimizde "süreklilik" esastır. Geleneği kendi içinden, kendi imkânlarıyla yenilemek yerine işin kolayına kaçtık, Batı sekülerizmini ithal etmeye kalkıştık. Oysa Batı sekülerizmi, kolaycı ve sahte bir çözümdü; yeni bir yorum değildi. O yüzden Batı sekülerizmini ithal etmeye kalkıştığımızda laiklerle muhafazakârlar arasında büyük bir kavga patlak verdi. Çünkü, sekülerizm, Batılı bir modeldi; bu modeli benimsediğiniz zaman Batıcı ve sömürgecilerle aynı safta yer almış oluyordunuz.
Türkiye, Ruhunu Yitirdi
Bu yanlış bir şeydi. O yüzden Türkler, kim olduklarını ve Türkiye'nin nereye ait olduğunu bilmiyorlar. Türkiye, ruhunu kaybetmiş durumda. Bedenini kaybetmiş durumda; tarihini, geçmişini kaybetmiş durumda. Ne Avrupalı, ne de Müslüman! Böyle şey olmaz! Medeniyetlerarası diyalog zirvesinin yapıldığı Türkiye'nin kendisiyle, kendi toplumuyla, kendi tarihi ve kültürüyle diyaloğunu ve bağlarını yitirmiş olması, çok trajik ve tehlikelidir. Diğer kültürlerle, öteki ile diyalogtan sözediyoruz; ama kendi ülkemizle, kendi kültürümüzle, kendi ruhumuzla, kendi bedenimizle, kendi aramızda diyalogtan eser yok... Her kesim, kendisini Kurtarıcı, Mehdi olarak görüyor. Neden bütün kesimler arasında bir koalisyon, bir konsensüs, bir harmoni arayışı içinde olmuyorsunuz ki? Böyle bir şeyin kime ne zararı olabilir ki? Oysa batan bir gemiyi kimse kurtaramaz. Çok sayıda Türkiye var gerçekten. En hayatî sorun, Türkiye'yi kimin ve neyin birleştirebileceği, bütünleştirebileceği sorunudur. Türkiye'nin de, diğer müslüman ülkelerin de eski'yi de, Batı'yı da taklit etmeleri son kertede sorunları çözmez; iyice içinden çıkılmaz hale getirir. Kendi modernleşmemizi İslâmî geleneğin içinden aramalıyız. Türkiye sekülerizmle İslâmî gelenek arasındaki çatışmayı aşmalı. Bence bu çatışma Türkiye için hiç de sağlıklı değil. Türkiye'nin ruhu parçalanmış durumda. Türkiye, dışardan çok parçalı bir görünüm arzediyor. O yüzden Türkiye'nin bütünleştirici bir ruha acilen ihtiyacı var...
Adalete Dayanmayan Güç, Kendini Yok Eder
11 Eylül olayı, benim için, müslümanlar için bir mîlât değil. Neden mîlât olsun ki? Ben Amerikalı değilim ki! Ben Müslümanım. Benim için mîlâd, 29 Eylül 2000'dir. İkinci İntifada'nın başlangıcı'dır. 16 aydır sürüyor İntifada, 16 ay.. Filistin'li çocuklar, kadınlar, gençler, yaşlılar İsrail tanklarının altında eziliyorlar... Amerika ne yapıyor bu cinâyet karşısında? İsrail'i destekliyor! Bence, asıl kriz, asıl sorun bu! Adalete dayanmayan, adalet temelinden yoksun olan bir güç, elbette ki, yok olmaya mahkumdur. Batı uygarlığı, güce dayalıdır. Roma İmparatorluğunun en belirgin normu, güçtü; güce hakim olarak varlığını sürdürmekti. Güç kavramı, Batı'da, Batı uygarlığında en dominant, en belirleyici kavramdır. Tek kutuplu dünya sisteminin kurulması ve son olarak küreselleşmeyle birlikte GÜÇ kavramı, tüm dünyaya hakim olmak amacıyla başvurulan yegane vasıta haline gelmeye başladı yeniden. Oysa İslâm'daki en büyük inanç ilkesi et-Tevhîd ve'l-Adl'dir (Tevhîd ve Adalet'tir). Adalet'ten yoksun Tevhîd, zorbalık ve baskı üretir. Tevhîd'den yoksun Adalet ise, rölativizme (göreciliğe) ve şüpheciliğe yol açar. Tevhîd'den yoksun Adalet, "kimin için ve ne için adalet?" sorusunun cevapsız kalması demektir. ...Amerika, demokrasi, insan hakları söylemini kendi çıkarlarını korumak ve pekiştirmekte bir bahane, bir şantaj olarak kullanıyor. Eğer kendisiyle iyi geçinmeyen, kendisine itaat etmeyen ülkeler olduğunda, bunları insan hakları söylemini kullanarak cezalandırıyor. İslam, bir tehdit değil. Neden tehdit olacakmış ki! Ne demek tehdit? Biz, geçmişte İspanya'da / Endülüs'te tehdit değildik. Bilimin, fiziğin, metafiziğin, bilginin, kültürün, sanatın, astronominin, tıbbın, felsefenin, hikmetin, mistisizmin bayraktarlığını ve temsilciliğini yapıyorduk. İspanya'ya, Batı'ya bunları götürmüştük. Hiç kimseyi tehdit etmedik orada. Hiç kimseyi, onların yaptıkları gibi dinlerini değiştirmeye zorlamadık, hiç kimseye baskı yapmadık; bunun için engizisyonlar kurmadık. Kendi değer sistemimizi sunduk onlara. Batılıların yaptığı gibi hiçbir zaman dayatmadık inançlarımızı ve değerlerimizi. Dahası, ırkçılık diye bir şeyi bilmiyorduk; böyle bir hastalığımız da yoktu. Bu yüzden İslâm'ın bu derinlikli, çarpıcı, birleştirici ve adalet kaynağı mesaji Afrika'ya, İspanya'ya, üstelik de müslümanların tarihlerinde en zayıf oldukları bir dönemde ulaştırılmıştı; ama İslâm hemen hemen hiçbir direnişle, tepkiyle karşılaşmadan ulaştığı her yere barışçıl bir şekilde yayılıverdi. Çünkü İslâm'ın çok güçlü ve kuşatıcı bir değerler sistemi var. Bugün Batı'da İslâm'ın eğitim düzeyleri, refah düzeyleri, entelektüel düzeyleri en yüksek toplum kesimleri arasında yayılmasının nedeni burada gizli. İslâm'ın değerler sistemi, çok güçlü ve çok etkileyici. Terörizm filan değil Batı'yı tehdit ettiği söylenen şey. Asla terörizm değil. Asıl tehdit, İslâm'ın potansiyel olarak güçlü, derinlikli ve insanı sarıp sarmalayan değerler sistemi sunuyor olması. İşte bu çok korkutuyor Batı'yı." İlgilenen okuyuculara Umran'ın telefonunu veriyorum: 0212-631 13 85.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |