|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz, siyasi kariyerinin hilafına, söylem planında "demokrat, özgürlükçü" ve daha da önemlisi "gerçekçi" bir profil çizmeye devam ediyor. Geçen hafta Alevi derneklerinin panelinde dini özgürlükler konusunda yaptığı konuşma önemliydi. Yılmaz, bireyin dini hakları ve toplumun dindarlaşması konusunda gerçekten yüksek bir standart koyuyor. Ve insanın zihnine, "bu düşünce iktidar performansına neden yansımıyor" sorusunu bir kez daha getiriyor. Yine de bu soru cevapsız değildir.... ANAP lideri, sorunun dolaylı da olsa cevabını Ak Partil'li Mahmut Göksu ile Saadet'li Zeki Çelik'in soru önergelerine yazdığı cevaplarda veriyor. Yılmaz'ın bu konudaki temel yaklaşımından, başörtüsünü aslında "uygulama" ile ortaya çıkan hukuki ve anayasal dayanağı bulunmayan bir sorun olduğu bir kez daha anlaşılıyor. Ama, anayasal bir dayanağı olmayan soruna gerekçe teşkil eden kurum ne gariptir ki Anayasa Mahkemesi'dir ve yasağın temel metni de bu mahkemenin kanun haline gelen bir içtihatıdır. Yılmaz da sorunun aşılması için, AB üyeliği hedefini koyduktan sonra bu noktaya işaret ediyor: "Anayasa Mahkemesi ve Danıştay`ın başörtüsü yasağı ile ilgili içtihatları değişmedikçe ve bu konudaki kimi kurumların aşırı hassasiyeti ve bunun karşısındaki tepkisel hassasiyetler devam ettiği müddetçe, son derece nazik bir boyutta seyreden başörtüsü sorununun ülkemizde yasal ve idari önlemlerle çözümü mümkün gözükmemektedir." Mevcut yasal düzenlemelerden, hem üniversitelerde hem de İHL'lerde başörtüsü yasağı uygulamak mümkün değil. Dolayısıyla, sanki yasalar yeterli değilmiş gibi yeni bir yasa çıkarmanın da anlamı yok. Zaten, böyle bir yasanın Anayasa Mahkemesi tarafından reddedileceği hemen hemen belli oluğu için bunun yararı da yok. Böyle bir girişim mahkemeye 1991'dekinin bir benzerini yapma imkanı tanır, reddedilen yasa yasağa ikinci dayanak olur. Burada dikkat çekici olan Yılmaz'ın sorunun taraflarını tasnif ederken; bu soruna muhatap olanların ve bu konuda yorum yapanların ifadesiyle "kimi kurumlar" deyimini kullanmasıdır. Yani, hükümetten, yani Meclis'ten bağımsız ve doğal olarak onlardan daha güçlü kurumlar. Bunlar öyle kurumlardır ki, "aşırı hassasiyetleri.." ülkeyi topyekün destabilize edecek kadar önemli olabiliyor; yetkileri olmadan, üzerlerine vazife değilken bile diledikleri konuda yasak koyabiliyorlar. Yılmaz'ın sözlerinin arka planına bakmakta yarar var.... Başörtüsü yasağı uygulamalarının yakın miladı 28 Şubat'tır. Başörtüsü bu dönemde ülkeyi kuşatan bir ateşten halka haline getirildi. Sorunu, toplumun dindarlaşmasını önlemek isteyen güçleri işaret ederek geçiştirebiliriz ama geçek tam olarak öyle değil. Başörtüsü, İHL, din eğitimi gibi sorunlar sanılanın aksine; bir laik-dindar ya da Kemalist-İslamcı kutuplaşmasının tezahürleri değil, basbayağı bir iktidar savaşının malzemeleridir. Geleneksel, merkezi iktidarın kendi varlığına yönelen, yeni "İslamcı ve çevresel" iktidar alternatifini püskürtmek için kullandığı enstrümanlardır. Merkezdeki askeri ve sivil bürokratik iktidar, üzerine üzerine gelen yeni iktidar adayını püskürtmek için bu yönelişin periferisinde olduğunu varsaydığı yığınağı daraltma, baskı altına alma ve küçültme yolunu tercih etti. Yani, merkez kendiliğinden başörtüsünü siyasal simge olarak ilan etti, ardından da bütün bilimsel ve sosyal itirazlara kulak tıkayarak, "siyasal simge" sloganını uyguladığı yasağı tahkim için kullandı. Üzerine doğru yönelen yeni iktidar güçlerinin hayat damarlarının bu semboller olduğunu varsaydığı için başörtüsüne, İmam-Hatiplere, Kur'an kurslarına, vakıflara, derneklere hasılı bütün dini ve dini etiketli kurumlara baskı uygulamaya başladı. Sistem, bu kurumların beslediğini varsaydığı siyasal güç ile kurumlar arasındaki bağı koparmayı hedefledi; onların tabanına da büyük bir nezaketsizlikle, "eğer bu siyasal araçta ısrar ederseniz başınız beladan kurtulmayacak" mesajını vermeye çalıştı. Bu analizin doğru ve isabetli olmadığı bugün net bir şekilde anlaşılmaktadır. Ama, olan olmuş; normal koşullarda ne laikliği ne de rejimi tehdit eden bir unsur olan başörtüsü; bu yanlış varsayım üzerinden gelişen uygulamalar sonucunda önce "sorun", sonra da "çözülemez bir sorun" haline geldi. Başörtüsü siyasallaştı ama, "İslamcı ya da muhafazakar partiler" marifetiyle değil, bizzat devlet ve devleti temsil eden kurumlar eliyle siyasallaştı. Yılmaz şimdi, sorunu aşma görevinin "hükümete veya herhangi bir siyasi partiye değil, topyekün Meclis ve siyaset kurumuna" düştüğünü söylüyor. Öyle ama, bunun için de öncelikle siyaset kurumunun siyaset yapabilecek düzeye gelmesi; yani, "devlet" e kaptırdığı rolü geri alması gerekiyor. Dahası, siyasetle devletin aynı şey olmadığının farkına varılması gerekiyor.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |