|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Canlı yayında, "Pontos Kültürü" diye kitap yazmış bir "araştırmacı", kendisini "Türk bilirkişisi" sanan bir milletvekili, bir uzman tarihçi ve "kriminal" sorularıyla muhatabını serseme çeviren "sunucu-televizyoncu" Pontos meselesini tartışıyorlar. Ortaya şöyle bir diyalog çıkıyor: - Sosyal demokratım diyorsun ama, araştırdık marksistmişsin... - Ben sadece bir kitap yazdım sayın milletvekili. Niçin suçluyorsunuz? - Bu kitabı yazdıysan suçlusun zaten. Üstelik annenin Rum olduğunu yazmışsın, niçin bölge halkını töhmet altında bırakıyorsun? - Ben etnik kültürler üzerine bir araştırma yaptım. - Etnik kültürü araştıralım ama bölge halkı üzülüyor. - Suçlamada bulunmayın lütfen! - Ben Türk milliyetçisiyim, suçlarım. Sunucu devreye giriyor: - Sayın yazar suçlama yapmayın diyorsunuz ama, ortada bir kitap var. - Var, evet. Milletvekili: -Bölge halkıyla kitabı ayırıp öyle konuşalım isterseniz. Bu kitapta 25 mükemmel kaynağa yer vermişsin güzel kardeşim. Bu mükemmel kaynaklara nasıl ulaştın? Araştırmacı: - Ben araştırmacıyım... Sunucu: - Kitap 2000 basmış. Satmayan bir kitap. Milletvekili: - Bu satmayan kitabı neden yazmış o halde, sorar mısınız kendisine? Sunucu: - Bu kitabı... Neyse, ben söylemeyeyim... Bir arkadaş "bu kitabı çöpe atın" demişti de.. Neyse, ben söylemiyorum. Milletvekili: - Ben inanmıyorum bu arkadaşın bu kitabı yazdığına. Yunan profesörlere yazdırmış. Araştırmacı: - Doğru söylemiyorsunuz. - O halde Türk milletinin birlik beraberliğe böylesine ihtiyaç duyduğu, üstelik 30 bin insanımızın şehadet şerbetini içtiği bir dönemde bu kitabı niye yazdın kardeşim? - Suç mu böyle bir kitap yazmak? - Değil ama, Yunanistan'a gitmişsin... - Gittim evet. - Niçin gittin, açıklar mısın? Sunucu: - Kitabınızdaki önsözü bir Yunan profesöre yazdırmışsınız. - Evet, yazdırdım. Ama onun bazı görüşlerine katılmıyorum. - Entelektüel bir insan kitabına sahip çıkar benim bildiğim... Şimdi siz kitabınıza sahip çıkıyor musunuz, çıkmıyor musunuz? Tartışma bu şekilde sürüp gidiyor. Biz bu tür muhaverelerin yalnızca polis merkezlerinde ya da adliye salonlarında geçtiğini düşünürdük. Demek ki, "kuvvetler birliği" uyarınca gazeteciler ve "tarafsız" yayıncılar da "müddei" olabiliyorlar. Pis işler... Önce Alman vakıfları yatırıldı masaya, biliyorsunuz. Sonra "misyonerlik" faaliyetleri, ardından, "Varlık Vergisi"ni konu edinen film çevresinde Türkiye'deki azınlıklar... Buna bir de "Pontos" meselesi ekleniverdi. Oysa "gizlilik" özelliği olan konulardır bunlar. Öyle uluorta, "canlı yayın"larda tartışılmayacak kadar da stratejik... Daha önce de yazmıştım: Yabancı vakıfların, derneklerin, sivil toplum örgütlerinin, hatta misyonerlik kuruluşlarının ülkemizde birtakım bölücü-yıkıcı çalışmalar yaptığından kuşkulanılıyorsa, ki mümkündür, bunu izleyip bastırma görevi öncelikle devletindir. Amaç, belli ki, bir fikrî tedhiş yaratıp, adı geçen örgüt ve vakıflara karşı, "milliyetçi-devletçi" refleksler gösteren "hazır" bir kitle oluşturmak. Olabilir... Ama sunucu-televizyonculara, hele gazetecilere iş düşmüyor burada. Çünkü, yayın kuruluşları, "kendi içine kapalı devlet"in bir uzvu değildir.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |