|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Daha ilk günden beri onun hakkındaki fıkralara ve fıkra kampanyalarına tebessüm dahi etmemiş, bunu bir haksızlık hatta zaman zaman insafsızlık olarak görmüştüm. Elbette politikacılar hakkında üretilen fıkra ve hicve herkes kadar ben de meraklıydım ama onun "Anadoluluğu"nu küçümseyenlerin küstahlığına tepkiden olacak Yıldırım Akbulut'a yapılanın hep bir haksızlık olduğunu düşündüm. Hele, bugünkü Başbakan'ın traji-komik serencamı ortadayken Akbulut'a yapılanların, demokratik hoşgörü ile açıklamanın mümkün olmadığını, onun geçmişte basbayağı hakarete muhatap olduğunu daha iyi anladım. Fıkralar bir yana onun saflığı ile ilgili tanıkların ağzından gerçek öyküler duymuş ve bunlara onun fıkralarına gülenler gibi olmasa da hafif tebessüm etmiştim. O dönemde, "28 Şubat-2 Mart tarihleri arasında İran'a 6 günlük resmi bir ziyaret yapacağım. İmza: Yıldırım Akbulut" diye fıkralaştırılan gezide yaşanan bir sahne gibi. Dönemin İran Cumhurbaşkanı Rafsancani tarafından şerefine verilen yemeği iştahla bitirdikten sonra, iki ülke arasındaki ilişkiler konusunda "merakla beklenen" konuşmasına şu sözlerle başlamasına tebessüm etmiştim: "Ohh... Yedirdiniz, içirdiniz ziyade olsun. Allah razı olsun. Biz de sizi memleketimize bekleriz." Bunu ancak Yıldırım Akbulut gibi bir Anadolu insanı söyleyebilirdi. Hiçbir diplomatik kaygıyı hesaba katmaksızın söyledi de. Akbulut'a karşı sempatimi artıran olay ise, doğrulatamadığım bir hikayeye dayanıyor. Başbakan olduğu dönemde müsteşarı, bugünün Savunma Bakanı Sabahattin Çakmakoğlu'ydu. Bu dönemde Genelkurmay ile Başbakanlık arasında rutin sayılabilecek bir yazışma konusu vardır. Yazının, Başbakan tarafından onaylanıp Genelkurmay'a gönderilmesi oradan geriye bilgi verilmesi gerekmektedir. Öyle de yapılır. Ancak, Genelkurmay Başkanlığı'ndan beklenen bilgi gelmemektedir. Gecikme üzerine Akbulut, Çakmakoğlu'nu; Çakmakoğlu da muhatabı olan paşayı arayarak yazının akıbetini sorar. Aldığı cevap ilginçtir: "Sayın müsteşar. Sayın Başbakan yazısını "rica ederim" ibaresiyle bitirdiği için bu yazıyı işleme koyamayız!" Paşa, yazının iki kurum arasında bir tür eşitliğe tekabül eden "arz ve rica ederim" ibaresiyle bitmesini istemektedir. Konu yeniden Başbakan'a intikal ettirilir. Akbulut, önce müsteşarına bu konuda usulün ne olması gerektiğini sorar, doğrusunun ilk yazıldığı gibi "rica etmek" olduğunu öğrendikten sonra da yazının bir kez daha o şekilde yazılmasını emreder. Bu olay, bürokrasi nezdinde Akbulut'un itibarını ve saygınlığını artırmıştır ama rivayet o ki, hakkındaki fıkralar da bundan sonra yayılmaya başlamıştır. Doğru mu ya da olay böyle mi gelişti bilmiyorum ama, ben o uyduruk fıkralara değil "Temel'in intikamı" kabilinden saydığım bu olaya çok gülmüştüm. Sezer'i Köşk'e taşıyan Cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında Meclis'te karşılaşmıştık. Arkadaşlarının oyunu istediği duygusal bir konuşmanın ardından grup toplantısından çıkmış ve son oylamaya geçiyordu. Yüzünde, çocukça bir telaş, gözlerinde ülkenin en büyük makamına ulaşma arefesinde olan bir insandan çok bir mazlumun tevazusu vardı. Etrafında, ona karşı gerçekten saygılı milletvekilleri, "Yıldırım abi..." diye başlayan konuşmalarla hem moral veriyorlar, hem de onu bu imkansız düş'ün sonuna hazırlıyorlardı. Etrafındakiler onun, Sezer'den daha iyi bir Cumhurbaşkanı olacağına inanıyordu ki, bu yabana atılacak bir fikir de değildi. Ama o saatten sonra böyle bir şey tabii ki olamazdı. Olamadı da.... Başbakan iken kongre kaybeden ilk genel başkan olacak kadar saf ve hesapsız bir politikacıydı ve yıllardır hep, kendisini alt eden Mesut Yılmaz'ın o müstehzi ilgisi karşısında eziliyordu. 1995 seçimlerinde, rahatsız olduğu için memleketi olan Erzincan'a gidip çalışamayacağını, bunun yerine Ankara'dan aday gösterilmesini istediğinde ona, "Sen buradan bir selam göndersen bile seçimi alırsın Yıldırım bey" diyen Yılmaz'ın bunu bir hesapla mı yoksa iyi niyetle mi söylediğini hiç anlayamadı. Ama Erzincan'a gönderdiği selam, bu şehrin ilk başbakanını sandıktan çıkarmaya yetmedi. Başbakanlığı kazanması ne kadar büyük bir rüya ise, seçimi kaybetmesi de o kadar büyük kabus oldu. Yıldırım Akbulut'un o tarihte, yani 25 Aralık 1995'te siyasete noktayı koyması gerekiyordu. Bunu yapmadı ve 18 Nisan'da "bir bilen" değilse bile, "bir ağabey" olarak Meclis'e geri döndü. Kırgın ve yalnızdı ve üstelik Meclis Başkanlığı ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra hedefsiz kalmıştı. Sanırım bundan sıkılmaya başladığı için de yine bir ilke imza atarak, "parti değiştiren başbakanlık yapmış ilk politikacı" ünvanını elde etmek istedi. İşte bu da beni bir kez daha tebessüm ettirdi. Bu tebessümün ne bıraktığı ne de gittiği partiyle ilgisi yok. Umurumda değil. Sadece Akbulut'un bu kararı verirken ne düşündüğünü merak ediyorum. "Fıkra istiyordunuz. Alın size fıkra" diye düşünmüş olabilir mi?
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |