|
|
|
|
|
|
|
|
|
Üniversitelerimizin sayısı her geçen gün artıyor, yeni bölümler açılıyor, sınıflar doluyor. Bütün bunlar çok güzel, peki ya sonuç? O binaların içini dolduracak ilmi donanım nerede?
KAMİL BÜYÜKER / ARAŞTIRMACI
Mehmet Kaplan bir yazısında şöyle der: "Sınıfa günlük olayları ve politikayı sokmak gerektiğini söyleyen genç öğretmene, kutsal bir binaya tecavüz edilmiş gibi, ani bir çıkışmayla: 'Hayır'dedim. Sınıfın kapı ve pencereleri dışa, sokağa ve hayata sımsıkı kapalı olmalıdır. Sınıf mutlak hakikat, mutlak güzellik ve mutlak iyiliğin konuşulduğu yegane yerdir. Lütfen ona hayatın durmadan her an değişen karışık, şüpheli ve tehlikeli oyunlarını karıştırmayın." Çevremizdeki okullara dönüp bakalım nelere açık nelere kapalı? Okulda neler konuşuluyor, koridorlarda, sınıflarda mutlak hakikat, mutlak güzellik üzerine söz söyleyebilecek insanlara rastlıyor muyuz? Belki, ama daha çok ahlaki meziyetleri iyilik ve güzelliğe dair şeyleri kapı önüne koymak zorunda kalıyoruz ve/veya koyuyoruz. Maalesef bu kurumlar ilmi, ahlaki hassasiyetleri kaybettikleri ölçüde de insan kumaşının kalitesi de düşüyor.
'Çok bina inşa ediyoruz, ama ferasetten yoksunuz'
Yine yakınlarımızda yorgun ve bitap düşmüş medreselere gidip bir dolaşalım. Çok aşikar görürüz ki eserin mimarisi, estetiği, zamanı aşıp gelen isimleri ve eserleriyle hâlâ yaşamakta ve bugün tedrisi yapılan şeylerle arada dağlar kadar fark olduğunu gözleyebiliriz. Evet bina inşa ediyoruz ama ana şarteller kapalı, bina inşa ediyoruz ama önümüzü göreceğimiz / önümüzü gösterecek ilimden / ferasetten yoksunuz, yani ışığımız eksik. Bütün istatistik verileri elimize alıp baktığımızda karşımızda hep aynı manzara. İlim satan çok, ilmi çalışma yok; ilim tahsil eden çok ama ortada ilmin hakikatine dair hiçbir kazanım yok. Velhasıl insan kumaşının kalitesini artırmaya yönelik pek fazla gayretimiz yok. Yaptığımız bütün çalışmalar tekrar ve taklitten ibaret kalıyor. İlim adamı kendini kifayet eder derecede bilgili sayıyor, talebe önce neye talip olduğunu bilmiyor ve bilmediğini de bilmiyor. Geleneğimizde ise biz Müslümanlara ìİlmin yarısıînın ìbilmiyorumî demek olduğu öğretilmiştir. Buradan fehmediyoruz ki ilim sahibi kişi neyi bilmediğini ìbilenî kişidir. Alimin bilgisi bildiği ve bilmediğiyle bütündür. Alimin erdemi kendi bilgisi hakkındaki sınırlardan haberdar oluşundadır.2 Yüzyılları aşıp gelen bir ilim medeniyeti işte tam burada sos veriyor. Köklü bir medeniyetin mirasının üzerine yerleşen bizler yaptığımız hamaset edebiyatları dışında, değil onların ilmi birikimlerine yetişmek, hayallerini bile kurmakta zorluk çekiyoruz. Öyle dememiş miydi? Fatih Sultan Mehmet "Sizler benim yaptıklarımı hayal bile edemezsiniz."Hakikatte de öyle oluyor galiba. Hayalini kuramadığımız şeyin bilgisine ulaşmaya çalışıyoruz ve koca bir ilim deryasında fakirlik çekiyoruz ve sanki ëol mâhilerdir ki derya içredirler deryayı bilmezlerí sözü yüzümüze bir tokat gibi ini– yor. Bu durum karşısında ne yapmak lazımdır. Toplumdan ëfazla okuma kafayı bozarsıní türden yargıların rafa kalkması lazım. İnsanlar ilmin; irfanı, hikmeti, tevazuyu, feraseti artırdığını bilmeli ilimle, kitapla barışmalıdır. Cehaleti La süpürgesiyle hayatının dışına süpürmelidir. İlim öğreten kurumlar bu işin hakikatini idrak ettikten sonra, ilme talip olanları ilim deryasına çağırmalıdır. Hülasa biz Yunus Emre'ye kulak verelim:
İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir
'Yargı'nın bağımsızlığı
NİMET DEMİR / HUKUKÇU
Yasama organı kanunu çıkardıktan sonra kanunu yorumlama ve uygulama yetkisi yalnızca yargıca aittir. Yargıç, ictihadı birleştirme yoluyla kural koyabilmekte, yine önüne getirilen meseleye tatbik edecek yasa yoksa kural koyucu kisvesine bürünerek, sorunu çözmekte koyduğu kural ve tatbik edip yorumladığı yasalar sebebiyle toplumsal değişimi etkilemektedir. İşte yargıç bu yetkileri kullanırken baskılardan azade olması, hiç bir makam ve güçten etkilenmemesi gerekir. Bunu sağlayan müessese ise yargı bağımsızlığıdır. Türkiye'de yargının bağımsızlığı konu edildiğinde çoğunlukla bu konuda fikir yürütenlerin ilk aklına gelen yargıçların idari ve mali yönden yürütmenin vesayetinden kurtarılmasıdır. Oysa yargı bağımsızlığı için bir başka şart var ki, o şart olmadan yargıçların idari ve mali yönden bağımsızlığı bir mana ifade etmeyeceği gibi, aksine yargı hakim güçlerin emrine girerek özgürlükçü demokrasinin önünde en büyük engel haline gelebilir. O şart yargıçların akademik yönden özgür olmalarıdır. Yargıcın akademik özgürlüğü, yargıçlık yeterliliğini kazanması demektir. Yani yargıcın, adil bir yargılama yapabilmesi için öncelikle düşünsel ve duygusal açıdan gerekli donanımlara sahip olmalıdır. Bu donanımların neler olduğu Mecelle'de şöyle sıralınmaştır: Yargıç; akıllı, bilgili, anlayışlı, kavrayışlı, doğrudan ayrılmaz, güvenilir, sağlam ve ağırbaşlı olmalıdır. Yargıç bu öznitelikleriyle önüne gelen uyuşmazlıkları çözerken, kendi kişisel görüş, düşünce, inanç ve duygularından, kamuoyunun ve hakim güçlerin baskısından, konjüktürel gelişmelerden etkilenmeyecek, aklı, bilgisi ve vicdanıyla karar verecektir. Yargıçlık yeterliliğini kazanmış bir yargıç -idari ve mali özerkliği olmasa bile- özgürlükçü bir düzenin teminatıdır. Nitekim özgürlükçü demokrasilerin geçmişine baktığımızda yeterlilik sahibi yargıçların özgürlükçü demokrasilere ulaşmada çok önemli rollerinin olduğunu görmekteyiz. Yargıçların bu rolüne işaret sadedinde Münci Kapani'nin İngiliz demokrasisini ele aldığı bir yazasında şu değerlendirmelere bakalım: "(İngiltere'de) parlamento ile baskıcı hükümdarlar arasında kendini gösteren özgürlük savaşında o dönemde hiç bir teminatları olmadığı halde yargıçlar hükümdara karşı cephe almışlar, hukukun yorumu ve hukuk yaratma yetkileri sayesinde, kralın ayrıcalıklarının yavaş, yavaş kısılması ve kişi özgürlüklerinin tanınması konusunda çok etkili olmuşlardır." Türkiye'de yargının idari ve mali yönden yürütmeye kısmen bağlı olması onun sorunun bir bölümüdür. Ve çözülmelidir. Ancak çok daha büyük bir sorun var ki o da yukarıda değinildiği gibi yargıçların akademik yetersizliğidir. Bu sorun çözülmeden idari ve mali noktalarda yapılacak düzenlemelerin sorunu halletmeyeceği aşikardır. Nitekim sorunu yargının idari ve mali yönden yürütmenin vesayetinden kurtulmasına bağlayanların bu noktadaki çözüm önerilerine baktığımızda, önerilen düzenlemelerin 1980 öncesi düzenlemelerle aynı olduğunu görmekteyiz. Oysa 1980 öncesi düzenlemelerden vazgeçilmesinde kanaatimizce yargıçların yargıçlık özniteliğine sahip olmalarının büyük etkisi bulunmaktadır. Öznitelikleri yeterli olmadan adalet dağıtma güç ve otoritesine sahip yargıç yargılama faaliyetinin gereği olarak kendinde bulunması gereken davranışları sergileyemez. Ezcümle onda ağırbaşlılık yerine, hafiflik ve havailik; vakar yerine, kibir ve gurur; akıl yerine, his ve tutku, bilgi ve tecrübe yerine, vehim ve korku galip olur. Bu haldeki bir yargıcın önüne gelen davada kararın tesisinde konjoktürel gelişmeler, kamuoyu baskısı, yargıcın vehimleri, his ve tutkuları, fikir ve düşünce ve ideolojik tercihleri rol oynayacaktır. Yakın tarihimize baktığımızda vehim ve korkuların, konjoktürel gelişmelerin, kamuoyu baskısının, davaya bakan yargıcın ideoljik tercihlerinin ürünü olan ve toplumu olumsuz yönde etkileyen azımsanacak sayıda karar ne yazık ki rastlamaktayız. Adnan Menderes ve arkadaşları, Deniz Gezmiş ve arkadaşları hakkında verilen hükümler, bu cümledendir. Bugün için yargının en büyük sorununun yargıçların akademik yetersizliğiyle ilgili olduğuna işaret ettikten sonra, bu problemin çözümüyle ilgili önerilerimizi kısaca sıralayalım:
Yargıç, verdiği kararlarla insanın ve toplumun gelişimini etkilendiğinden Hukuk Fakültelerinde ve Hakim-Savcı Eğitim Merkezi'nde çok yoğun bir şekilde, insanı ve toplumu tanıtan bilgiler verilmelidir. Yani hukuk felsefesi, hukuk sosyolojisi, hukuk psikolojisi, insan hakları, özgürlükler konusunda yoğun dersler konulmalı. Bu konularda yetkin öğreticiler istihdam edilmelidir.
Adalet Bakanlığı bünyesinde yabancı dil bilen hukukçulardan oluşturulacak bir büro kurularak, yabancı ülkelerin mahkemelerinden sadır olan yukarıdaki konuları ele alan yetkin yabancı hukukçuların eserleri tercüme ettirilerek yargıç ve savcıların istifadesine sunulmalıdır.
Yargıç ve savcıların yabancı ülke adliyelerini ve çalışma şekilerini tanıyıp bilmeleri için yurt dışına gönderilmeleri sağlanmalıdır.
Yargıç ve savcıların büyük bir bölümü göreve başladıktan sonra iş yükünün ağırlığı sebebiyle teorik bilgilerle irtibatını kesmekte, uygulama ile ilgili konularla yetinmektedir. Bu durum onları uzun vadede hukuçuluktan uzaklaştırılarak, teknisyen konumuna sokmaktadır. Bunun önlenmesi için iş yükünün azaltılması, yargıç ve savcıların teorik bilgi ile irtibatlarının kesilmesinin önüne geçilmelidir. Önerileri uzatmak mümkün, Ancak şimdilik bu kadarla yetinelim. Yargının akademik bağımsızlığı, yargının bu gün için en büyük sorunudur. Bu sorun göz ardı edilerek diğer hususlarda yapılacak düzenlemeler şekli olmaktan öteye geçmeyecektir. Unutmamak gerekir ki nitelikli bir yargıya, nitelikli yargıçlar olmaksızın ulaşılmaz.
Kapılarımızı çalan tehlike
AHSEN OLCAY / ENFORMASYON UZMANI
Sanayi üretimini az gelişmiş ülkelere bırakan ve onlara zengin olma imkanı tanıyan batılı ülkeler, bilgi üretimine ve tarımsal üretime yöneliyorlar. Böylece ürettikleri bilgiyi çok pahalı fiyata satın alacak ve sonuna kadar kendileri için çalışacak, efendisine muhtaç zengin köleler edinmeyi amaçlıyorlar. Tarımsal üretimi de tekellerine alarak, hem kendileri az gelişmiş ülkelere muhtaç olmamış, hem de onları büsbütün dize getirmiş olacaklar. Ben son yıllarda, Türkiye'de IMF'nin isteğiyle uygulanan tarım politikalarının bu plan dahilinde olduğunu düşünüyorum. Umarım yanılıyorumdur. Bizim toplumumuz maalesef bilgiyi üretmekten çok bilginin kullanıcı olmayı tercih ediyor. Bunun en önemli nedeni, eğitimizin aileden başlayarak üniversite sonuna kadar anlamaya ve araştırmaya değil, varolanı kabullenmeye yönelik olmasıdır. Ebeveyler olarak, çocuklarımıza iyiyi ve kötüyü nedenlerini açıklamaya gerek görmeden aktarmayı tercih ederiz. Okulda, aklını kullanmayı, araştırmayı ve yaratıcı olmayı öğretmesi gereken eğitim sistemimiz tamamen ezbere dayanır. Çevremeze şöyle bir baktığımızda, doğru dürüst bir araştırma yapmayı bile öğrenmeden üniversite mezunu olmuş bir yığın insan görebiliriz. Çoğumuz bilgi teknolojisinin bize sağladığı imkanları kullanabilmeyi gelişmişlik düzeyi zannederiz. Halbuki gelişmişlik, teknolojiyi kullanabilmek değil icat edebilmektir. Durum böyle olunca, bizi bekleyen en önemli tehlike de bilgi çağının tüketici toplumları arasında yer almaktır. Her şeye rağmen bilgi toplumu olmak yolunda ümitlerimizi yitirmemeli, Türk toplumunun bireyleri olarak kendimizi bilgi çağına hazırlamalıyız. Bilgi toplumu olabilmek için eğitim sisteminin ezberci olmaktan çıkarılıp, araştırmaya yönelik bir sistem haline getirilmesi, toplumumuza okuma alışkanlığının kazandırılması, toplumun eğitim seviyesinin yükseltilmesi ve beyin göçünün önlenmesi sağlanmaladır. Bunun dışında devlet tarafından da bazı çalışmalar yapılmalıdır. Devletin bilgi toplumuna geçiş için gereken yapısal, yasal ve kurumsal düzenlemeleri yapması gereklidir. Bilişim alt yapısını oluşturmaya yönelik yatırımlar, devlet eliyle yapılmalıdır. Ar-Ge harcamalarına GSMH'den daha fazla pay ayrılmalıdır. Ar-Ge faaliyetlerinin devlet tarafından desteklenmesi ve bu tür faaliyetlerin kamu kuruluşları ve üniversitelerin yanı sıra özel kuruluşlarca da yapılması sağlanmalıdır.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Karikatür | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |