AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ
Albaraka Türk

Y A Z A R L A R
Türkiye'yi yok etmek!

Yazıya, sarsıcı bir aforizmayla başlamak istiyor ve "Türkiye, yok!" diyorum. Ne demek, "Türkiye yok!" demek?

Şu demek: Bir coğrafya veya toprak parçası olarak Türkiye var. Avrupa'dan Anadolu içlerine kadar esen o "ölümcül kasırga"dan sonra, tahayyül edilebilecek en "dar" alana hapsedilmiş olsa da, Türkiye diye bir "YER" var.

Ancak bu yeri, ekip biçmemizi, münbit, bereketli; bin bir türlü "ürün"ün yetiştirilebildiği, her an daha diri, daha canlı, daha göz kamaştırıcı, gönül doldurucu, yüreklere inşirah verici "mahsul"ün alınmasını mümkün kılacak bir "ruh", yaratıcı bir pınar ve kaynak olarak Türkiye yok! Bu anlamda Türkiye, kelimenin tam anlamıyla bir "HİÇBİRŞEY" ve bir "HİÇBİRYER".

Hiçbirşey ve hiçbiryer; çünkü yersiz, yurtsuz, köksüz ve ruhsuz: Sahiplenecek hiçbir şeyi olmadığı vehmiyle hareket eden, sanki bu millet dünyaya yeni ayak başmış hüda-i nâbit bir milletmiş gibi başkalarının icadı sekülarizm gibi içi boş, ruhsuz ideolojileri dayatan tuhaf tuhaf adamların keyfine göre çeki düzen verdiği, vaziyet ettiği ruhu çalınmış, hayat ve hayatiyet damarları kurumaya ramak kalmış bir çorak ülke: O yüzden bu millet SAHİPSİZ.

"Sahip" sözcüğü zengin çağrışımları olan bir sözcük. "Sahip" sözcüğünün arkeolojisini yaptığımızda, bu toplumu ayakta tutan; alnı açık, başı dik, yüreği insan, doğa ve Allah sevgisiyle dopdolu bir milletin köklü anlam dizgelerinin adeta "resm-i geçit" yaptığı zengin bir anlam kümesiyle yüz yüze geliverdiğimizi; yerle göğü ve "arasındaki her bir şey"i birleştiren, bütünleştiren, kaynaştıran, uçsuz bucaksız ve derûnî bir anlam haritasında nefes kesici bir yolculuğa çıktığımızı "göreceğiz".

Sohbet, dost, arkadaş, konuşmak, hemdert olmak, paylaşmak, huzur ve istikrar, denge ve iletişim gibi sözcüklerle doğrudan ve dolaylı olarak akrabalığı olan bir sözcük SAHİP sözcüğü.

Bu sözcükler kümesinden heyecanlı, coşkulu, ufuk ve umut vadeden, herkese huzur ve sükûn veren, insanın aynı anda hem beynini, hem de yüreğini harekete geçiren uçsuz bucaksız, münbit bir dünya kurulur elbette.

Evet, Türkiye, diye bir yer var; ama bu millete tarih yaptırtan, kollektif kimliğini, zengin kültürel hafızasını, anlam repertuarını oluşturan "ruh" yok. Hayatımızı anlamlı kılan, bura'yla öte'yi barıştıran, buluşturan, kaynaştıran, dolayısıyla "bu dünyada" tüm insanlığa aynı kompleksiz mesafeden, zaviyeden bakmamızı sağlayan; insanı Allah'ın yeryüzündeki halifesi olarak gören, sadece müslümanların diyarlarında değil, tüm dünya coğrafyasında kardeşliğin, barışın, adaletin, esenliğin, dostluğun neşv-ü nemâ bulmasını arzu eden bir insan tipinin, her bakımdan kendisine güvenen ve dolayısıyla kendisine güvenilir güçlü bir şahsiyetin ve toplumun inşasını mümkün kılan soylu anlam haritalarımız, "hayat dünyamız" yok sayıldığı, yok edilmeye çalışıldığı için Türkiye diye yaratıcı, hayat ve hayatiyet kaynağı bir "ruh" yok.

Hâl böyle olunca, ancak Batıdan üstelik de ikinci sınıf şeyler devşirerek yaşayabilen, türünün son örneği tutucu, tuttuğunu bırakmayacak kadar tutucu, zavallı elitlerimiz, insanın içgüdülerini, bencilliklerini, maddî araçları ve bu dünya hayatını putlaştırmaktan başka bir marifeti olmayan sekülarizmden medet ummaktan başka bir şey yapamıyorlar ve kaçınılmaz olarak sekülarizmin mucidi Batılıları bile "perde arkasında" kıs-kıs güldürtecek kadar sekülarizmi (=laikliği) kutsamaktan çekinmiyorlar. Sonuçta milletin az biraz rahat nefes alma imkânlarına kavuştuğu her zaman diliminde milletin önüne "laiklik, elden gidiyor" pankartlarıyla dikiliveriyorlar!

Oysa sekülarizmin, sadece kendileri için bir suni teneffüs imkânı sunmaktan ama milletin yaratıcı ruhunu, dinamizmini köreltmekten, derûnî ve köklü değerlerini, bu değerlerin tetiklediği atılım ve açılım imkânlarını berhava etmekten başka bir işlev görmediğini göremiyorlar, ne yazık ki. Üstelik de bunu, hayatı ruhsuzlaştırdığı ve insanı sadece kendi bencil çıkarlarını düşündüğü için taşlaşmış azman bir yaratığa dönüştürdüğü gerekçesiyle Batıda birinci sınıf düşünürlerin sekülerliği kıyasıya tartıştıkları, "seküler aklın ötesi" gibi arayışların Batılı akademyaya damgasını vurmaya başladığı bir zaman diliminde yapıyorlar! Pes doğrusu vallahi!

O yüzden bu millet "sahipsiz" diyorum. Bu milletin sahiplendiği, bu milletin her tür zorluğa göğüs germesine imkân tanıyan temel ve vazgeçilmez değerler, bu ülkeye vaziyet eden elitler tarafından sahiplenilmediği, hatta yok edilmeye çalışıldığı için bu millet sahipsiz.

Bu millete vaziyet edenler bu milletle "konuşamıyor"lar. Çünkü bu "milletin dili"yle, kültürüyle, inamikleriyle konuşmuyorlar. O yüzden "milletle dost" olamıyor ve "milletin sohbeti"ne iştirak edemiyorlar. Aksine, bu millete ait olmayan, kendilerinin de anlamadıkları tam bir esparanto dilini (="tarzanca"yı) andıran, ancak "kaş-göz yararak" anlaşılması mümkün olabilen "uydurma bir dil, uydurma bir kültür" dayatarak, "bağırıp çağırarak", kaba ve primitif bir dille konuşmayı tercih ediyorlar. Dolayısıyla sadece nutuk çekiyorlar hâlâ, nutuk!

Milletin sesine, diline, sohbetine, ülküsüne, iradesine, derûnî kollektif hafızasına, hayat bahşeden dinamiklerine "dinden besleniyor" diye yaftalayarak sahip çıkmaMakta direnen, hatta sırt çeviren elitlerin vaziyet ettikleri bir ülke, kara parçası (=iskelet) olarak vardır ama tam bir çorak ülkeye dönüştüğü için ruhen yok demektir.

Böyle bir ülkenin varlığından, her hâl ve şartta varlığını sürdürebilmesinden söz edebilmek mümkün olabilir mi?

Ünlü Çek romancı Milan Kundera, "The Book of Laughter and Forgetting" (Gülüşün ve Unutuşun Kitabı) başlıklı romanının bir yerinde diğer romanlarında da zaman zaman yaptığı gibi bizzat "kendisi" araya girerek şöyle der:

"Bir toplumu yok etmenin ilk adımı, o toplumun hafızasını, yani kitaplarını, kültürünü ve tarihini silmek, yok etmektir. Bundan sonra yapılacak şey, o toplum için yeni kitaplar yazmak, yeni bir kültür imal etmek (manifacture), yeni bir tarih icat etmek, uydurmaktır. İşte tüm bunlardan sonradır ki, bir toplum geçmişte ne olduğunu unutur; bugün ve gelecekte ne olacağını bilemez hale gelir".

Kundera'nın bu gözlemleri, içerden ve dışardan yok edilmeye çalışılan "Türkiye"nin hazin ve patetik (hastalıklı) hikâyesini ne kadar da güzel özetliyor, değil mi?


18 Ağustos 2003
Pazartesi
 
YUSUF KAPLAN


Künye
Temsilcilikler
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Karikatür | Çocuk
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED