|
|
|
|
|
|
|
|
|
Yargı organının yargı fonksiyonunu yerine getirirken, hiçbir dış baskı, etki ve yönlendirme hatta tavsiye ve telkin altında dahi bulunmamasını, hukuk kuralları dışında başka bir sınırlamaya tâbi olmamasını ifade eden 'yargı bağımsızlığı' ilkesidir.
NİHAT BOZ / HUKUKÇU
Savaşların, işgallerin, bireysel veya toplumsal baskı veya zulümlerin alabildiğine uygulandığı bir dönem olduğu kadar, hukukun da gündeme alındığı, insanın esas alındığı, insan hak ve özgürlükler alanlarının genişletildiği 20. yüzyıldan sonra girilen 21. yüzyılın daha ilk yıllarında bu ümitlerin yok edilmeye başlanıldığı, bu yöndeki olumsuz gelişmelerin bu günde etkin ve yaygın şekilde devam ettiği gerçeği ile karşı karşıya bulunmaktayız. Yanıbaşımızdaki Irak'ta uygulanmakta olan işgal ve sonrası baskılar, zulümler, katliamlar hukuk, hak, özgürlükler bakımından olumsuz gelişmelere sadece en yakın bir örnektir. Tüm bu olumsuzluklara karşın, gerek ulusal ve gerekse uluslararası barış, huzur, güvenliğin sağlanmasının yegane yolunun; askeri, ekonomik, siyasi vesair güç ve kuvvetlerin değil, hukukun üstünlüğünü esas alan evrensel ve ulusal hukuk düzenlemeleri ve uygulamaları olacağı mutlak gerçeği hiçbir zaman ve hiçbir şekilde yadsınamaz. Hukuk alanında düzenleme yapılırken, bunların sadece teknik konular olarak görülmemesi, toplumsal yaşamı ilgilendiren tüm düzenlemelerin her şeyden önce adalet, güvenlik, eşitlik ve özgürlüğü güvence altına alan değerler bütünü olan hukuka uygun ve uygulanacakları topluma özgü yasalar ve düzenlemeler olmaları, diğer bir ifade ile toplumsal değerleri oluşturan; halkın yaşam biçimine, eğilimlerine, inançlarına, oluşa gelen geleneklerine uygun olması ve bunların yok sayılmaması hukukun açık ve zorunlu bir gereğidir.
Gelişmeler, yeniliklere cevap niteliğinde değil
Bu çerçeveden bakıldığında; insan hak ve özgürlükleri alanında ülkemizde son zamanlarda bazı olumlu yasal düzenlemelerin yapılmasıyla sevindirici gelişmeler olmaktadır. Ancak bu gelişmelerin beklentilere cevap verecek nitelik ve nicelikte olmadığı, özellikle, bireyler arasında olduğu gibi eş değerde olması gereken özgürlükler bakımından eşitlik ilkesine aynı ölçüde önem verilmediği, Türk Ceza Kanunu Tasarısı'ndaki düzenlemelerde yeraldığı gibi bazı düzenlemelerde uygulayagelmekte olan düşünce yapısının etkisi ile hak ve özgürlüklerin önünün açılması yönünde ciddi sorunlar yaşanmaya devam ettiği anlaşılmaktadır. Zaman zaman yasal düzenleme yapılırken, amacın adeta, istastiklerde yer alan "çıkarılan yasa" sayısını artırmak olduğu izlenimini verecek şekilde, hukuki hassasiyet gösterilmediği anlaşılmaktadır. Hukukun üstünlüğünün sağlanması için, 'kuralların varlığı', yasama gücü tarafından oluşturulan 'kuralların hukuka uygun ve uygulandığı topluma özgü olması' önemli unsur ve şart olduğu kadar, ancak hukukta kaynağı olan yetkilerin yine hukuk kaidelerine uygun olarak kullanılması gereği bu kuralların yürütme gücü tarafından yerine getirilmesi önemli diğer bir unsur ve şarttır. Böylece, kuralların, hangi amaç ve gerekçe ile olursa olsun uygulanmaması ve keyfilik önlenmiş olacaktır. Bu ilkelerin Türkiye uygulamasında gerçek anlamı ile gerçekleşebildiğini söylemek mümkün değildir. Yürütme gücü içerisinde yer alan, ancak düzenlemelerini yok sayan, çeşitli gerekçelerle varolan kuralların üzerinde yer aldıklarına inanan, mahkeme kararlarını dahi uygulamamaktan çekinmeyecek derecede keyfi davranışlarda bulunan birçok kamu kurum ve kuruşlarının varlığı bilinen gerçeklerdir.
'Yargı bağımsızlığı' ilkesi
Yasama ve yürütme organlarının gerekli gördükleri düzenlemelerin, eylem ve-işlemlerin hukuka uygun yapılması veya hukuka aykırılıkların önlenmesini sağlayan tek güç yargı gücüdür. Yargı organın yargı fonksiyonunu yerine getirirken, hiçbir dış baskı, etki ve yönlendirme hatta tavsiye ve telkin altında dahi bulunmamasını, hukuk kuralları dışında başka bir sınırlamaya tâbi olmamasını ifade eden 'yargı bağımsızlığı' ilkesidir. Hukuka uygunluğu denetleyen yargı organının da bizzat hukuka uygun hareket etmesi hukukun üstünlüğü için belki de en önemli şart olmakla birlikte en azından bunun kadar önemli olan diğer hususlar ise; etnik, inanç ve sair farklılıklar nedeni ile farklı uygulamaların yapılmaması, eşit uygulamalarda bulunulması, haklının hakkına en kısa sürede kavuşmasının sağlanması, kararların her türlü ideoloji, endişe ve vesveselerden, vehimlerin etkisinde kalınmadan verilmesi, farklı dünya görüşleri ve yaşam biçimlerinin barış içinde yaşamalarına imkan sağlanmasına imkan tanınmasıdır. Türkiye uygulamasına bakıldığında bu zorunlulukların büyük kısmına uyulmadığı, hukuka uygunluğu sağlamakla yükümlü olan, yargı organlarının veya hukukçu kişilerin bizzat tam aksine hak ve özgürlüklerin, adaletin sağlanması ve korunması için yapılan yasal düzenlemeleri dahi hukukta yeri olmayan gerekçelerle uygulanabilir olmaktan çıkardıklarını, sadece kamuoyunun bilgisine girmiş karar ve uygulamalardan bilinmektedir. Sözgelimi, uzun yıllar düşünce ve inanç özgürlüğünün önünde Çin Seddi oluşturan meşhur 141, 142, 163. maddelerinin kaldırılmasında sonra aynı amaca hizmet eder şekilde uygulanmaya başlanılan 312. maddede yapılan yasal değişiklik ve değişiklikteki amaç yok sayılarak tam aksi bir- çok karar verildi. Sadece bilinen kişi ve olaylara ilişkin olduğu için gündeme gelen uygulamaların bir yazı çerçevesinde örneklendirilmesi bile mümkün değildir. Bizzat hukukçuların hukuksuzluk yaptıkları bir ortamda hukukçu olmayanların hukuksuzlukları ise artık görülmüyor bile. Ülkemizde yargının gerçek fonksiyonunu yerine getirememesinde, pozitif hukuk kuralları yanında uygulayıcılarn zihinsel yetersizlik ve yanlışlıkları yanında, hakim, savcı, avukat ve adli personelin nitelik ve nicelik olarak yetersizlikleri, bina, ekipman ve sair fiziki şartla ile sosyal ve mali hakların yetersiz olmasının da büyük etkisi bulunmaktadır.
Kurallar herkesi bağlar
Hukukun üstünlüğü, sadece güç sahibi olduğu kabul edilen organların güçlerinin sınırlandırılmasıyla sağlanamaz. Yönetenler kadar hatta ondan çok fazla olmak üzere yönetilenlerin, bireylerin veya bireylerin oluşturdukları toplulukların kurallara uymaları ile mümkündür. Aslında hukukun üstünlüğü idealinin gerçekleşmesinde birinci şartı, tüm bireylerin hukuka inanması ve güvenmesi, sorunlarının ancak ve ancak hukuk yolu ile çözüleceği bilinci ile hareket etmesi, hukuk kurallarına uyulmasının zorunlu olduğuna ilişkin inancı ifade eden hukuk bilinç ve inancının varlığıdır. Hukuk bilinç ve inancının egemen olduğu toplumlar ise diğer nitelikleri yanındı 'Hukuk Toplumu' olmayı başarmış toplumlardır. Sözün özü; hakların elde edilmesi, özgürlüklerin korunması, adaletin sağlanması, barışın devamlı kılınmasının ancak ve ancak hukuk kural ve kurumları ile gerçekleşeceğine ilişkin inancın oluşmadığı, kısaca 'Hukuk Toplumu' olmayan hiçbir toplumda hukukun üstünlüğünün sağlanmasından sözedilemez. Bu inancın sağlanması da toplumsal değerlere uygun ve adaleti sağlayan ve güvence altına alan hukuk kurallarının varlığına, bu kuralların uygulanmasına ve uyulmasına, adil, tarafsız, eşit ve hızlı işleyen bir yargı sisteminin kurulmasına bağlıdır.
MİDAS'IN KULAKLARI
MEHTAP GÜR / YAZAR
Tarihi yapıları, Müslümanlar'ın kutsal mekanlarının aksine hiç bozulmadan günümüze kadar taşınan ve ekümeniklik idealleri aşkına titizlikle korunan bu okullar, sadece Türk Ortodokslar'a hizmet verebilir şeklinde kabul görmesine rağmen, Patrikliğin hegemonya ütopyalarını sınırlandırdığından eleştiriliyor. Ortodoks dostlarımla görüşmelerimizde de açıkça ifade ettiğim gibi elbette bu okulların açılmasından yanayım. Ruhban okulları açılmalı çünkü bu bir hak ve özgürlük meselesi. İnsanların, din ve inançları konusunda akademik bir düzeyde bilgi edinme hakları olmalı. Bu hak Müslümanlar'a tanındığı gibi Ortodokslar'a da tanınmalı. Üstelik bunlar ilahiyat okulları ve Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlı. Bu konunun gündemde olduğu günlerde toplumun değer yargılarına ve kutsallarına karşı göreceli bakan yayın organlarının tutumu acaba ne kadar fark edildi diye düşünüyorum. Meslek Liseleri'nin orta kısımlarının kapatılması için çok sesli mücadele veren tek tipli basının Patrikhane'nin evrensellik mücadelesini tüm duygusallığıyla bir serencam olarak sunması, medyanın toplumun değerlerine karşı ne derece seçmeci baktığının açık bir ifadesidir. Halkın meselelerine kulaklarını tıkayarak tarihi eserlerinin tarumar edilmesine çıtını çıkarmayanlar, ruhban okullarının tarihi miraslarına kucak açma adına Patrik'in iddialarına alkış tutarak destekleme kampanyasına devam ediyorlar. Üstelik bunu kişisel tercihleri nedeniyle mağdur olan yüzbinlerin gözlerinin içine baka baka yapıyorlar. Batı karşısında sahip oldukları değerlerini aşağılık kompleksiyle "şapka altına" saklayıp Batı söylem ve eleştirilerine tutunarak "kulaklarına" söylemediklerini bırakmıyorlar. Tarihin tozlu sayfalarının arasından çıkardığım, Hüsrev Hatemi'nin 12 Aralık 1966'yılında yayımlanmış ve "Yozlaşmadan Uzlaşma" adlı eserinin yeni baskısına alınmış bir makalede bu kompleksler, gölgede kalan gerçekleriyle birlikte ele alınıyor ve toplumumuzun hazin hikayesi bir efsanenin satır aralarında görselleştiriliyordu. Efsaneye göre Kral Midas, Apollon tarafından cezalandırılır. Midas'ın kulakları uzar ve ne kadar saklamaya çalışsa da, hadise dal budak salar. "Bütün ülkede her yel esişinde, bataklıkta biten sazlar bu sırrı gelen geçene yayarlar". Daha sonra "Midas, kulaklarını saklamaya lüzum görmeyince kulaklarına sahip çıkıp savununca, kulakları eski haline döner. Batı değerlerini hak ettikleri yere iade ederken farkında olmadan kendi değerlerini aşağılık kompleksi edinen medya, bu toplumsal uzlaşma platformunu "yozlaşmadan" uzlaşarak da meydana getirebilirdi. Medya, Ortodoks insanlarımızın değerlerine saygı duyma adına müessesenin açılmasına katkıda bulunurken kendi değerlerini şapka altına gizlemesi bu farkındalığı bir aşağılık kompleksine dönüştürerek bunalımlı yaklaşımlara indirgenmesi toplumsal vakarımız açısından hiç de kabul edilebilir değil. Bir hakkın hak olduğunu savunmak güzel ve olması gereken bir şey. Fakat bu hakkı sadece bir kesime has görmek ne kadar doğru? Ayrıca bu hakkın Ortodoks insanlarımıza tanınması için mücadele ederken Batı'dan farklı olan değerlerimiz yüzünden aşağılık kompleksine düşülmesine hiç de gerek yok. Düşünüyorum da bu tür "Midas"lar, yazıp çizerken kendilerini nasıl bir muhakeme istikrarsızlığı içerisinde hissediyorlardır kim bilir?
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Karikatür | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |