|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Bu sütunda yayımlanan ilk yazımda "yazının bir ruhu olmalı", demiştim. Yazı, bir ruh üretemiyorsa, yazar boşa kürek çekiyor, sadece kendi yazıyor ve bildiğini okuyor demektir. Yazının bir ruhu olmalı diyerek yola koyulan kişi, yazı üstüne, yazının mâhiyeti, doğası, imkânları ve zaafları üstüne de düşüneceğini zımnen ilân ve beyan etmiş demektir. Eğer yazının bir ruhu yoksa, bilin ki, yazar, yazdıklarını sadece iş olsun diye yazıyor, yazıyı, son noktayı koyar koymaz bitiriyor demektir. Oysa yazı dediğin yazı, yazarının son noktayı koymasından itibaren varolabiliyorsa bir ruhunun varlığından söz edilebilir. Eğer yazı bir ruh üretebiliyorsa, bu, yazarından çok, yazının yazarına ve yazısına ruh veren esaslı, kanatlandırıcı bir ruh-kökünden besleniyor, hayat alıyor, o ruha yeniden hayat ve hayatiyet kazandırabilecek bir yerde duruyor, o yeri kazabiliyor, o ruhu "yazabiliyor" olmasından kaynaklanır. Yazar, bir toplumun varlık sebebini oluşturan ruhu deşifre ederek o topluma yeni bir dille yeniden hatırlatarak o ruhu okuyucuyla paylaşma, çoğaltma ve büyütme kaygısı güdüyor ve dolayısıyla böylesi bir zeminin oluşması, hayat bulması, hayatiyet kazanması için yazıyla birlikte yola çıkıyorsa, yazının yazarını okuyucuyla buluşturacağı vasatlar kendiliğinden vücut bulur. Medeniyet tasavvuru yolculukları, işte bu ruh üzre ve bu ruh üzerinden vücut bulan yolculuklara ve buluşmalara dönüştü. Ve sonunda Adapazarı ve Gebze'den sonra pergelin sabit ayağını vahye kilitleyerek aynı ortak ruhun şarkısını yüreklerinde büyüten, besteleyen ve seslendiren Bursa'lı dostlarla 50. yolculukta Bursa'da buluştu. "Adam gibi bir televizyon"a sudan, havadan, ekmekten daha fazla ihtiyaç hissettiğimiz bir zaman diliminde bir televizyon çalışmasının kuruluş çalışmalarına soyunduğumuz son 2,5 aydan bu yana medeniyet tasavvuru yolculukları aynı minval üzere devam edemedi ve bundan sonra etmesi de çok zor maalesef. Adapazarı'nda da, Gebze'de de ve özellikle de Bursa'da da bizim yazılarda kem-küm ederek deşifre etmeye çalıştığımız ruhun bu ülkenin müslümanlığını önemseyen müslümanında derinlerde köksalmış bir şekilde zaten varolduğunu gözlemledim. İlim Yayma Cemiyeti Adapazarı Başkanı Esat Bey, etrafındaki genç ve yürekli arkadaşlar, müslümanlar için besledikleri karşılıksız sevgi, İslâm'la kurmak için çaba gösterdikleri dolaysız ilişki dolayısıyla beni derinden etkilediler. Gebze'de de aynı ruhu, aynı insanları, aynı muhkem kardeşlik ruhunu gördüm; aynı havayı soludum... Gebze Belediye Başkanı Ahmet Pembegüllü'yü ve arkadaşlarını Gebze halkı için gönüllerini katarak yaptıkları çalışmalardan ötürü kutluyorum. Gebze'deki genç arkadaşların oluşturdukları atmosfer, kardeşlik ve dayanışma ruhu, "işte insan bu" dedirtiyor insana. Pazar günü de Bursa'da medeniyet tasavvuru konferanslarının ellincisini verdim. Mazlumder-Bursa'nın yöneticileri Mehmet Şakir Tekin, Şakir Çalışkan, Hüseyin Yıldızer ve İlyas Yılmazer kardeşlerime bu ikinci evsahipliklerinden ötürü teşekkür ediyorum. Kardeşlik, dayanışma ve yılmamacasına çalışma ruhlarını daha bir artırarak çoğaltmalarını diliyorum. Konferans'tan sonra şair ve düşünür Metin Önal Mengüşoğlu'nun da katıldığı derin bir sohbete daldık. Bu ülkede bu ülkenin aşılmaz sanılan kayalarını bile yaracak çiçekler açtırtabilen kutlu kişiler olmasa bu ülke ruhunu ve hayat emarelerini yitirir. İşte Mengüşoğlu Ağabey bu mütevazi ve asîl kişilerden biridir. Bu insanlar, bu ruh Anadolu'nun her bir tarafında var ve yaşıyor: Bu ülkeyi, bu ruhu koruyor, yaşatıyor ve büyütüyor. Bu ülke insanının ruhuna, İslâm'ın aynı anda hem sade hem de derûnî mesajının sindiğini ama bu ruhun kendisini gizlediğini söyleyip duruyorum. Ben bu ruhu başka müslüman toplumlarda göremedim. Pakistanlıları da, İranlıları da, Mısırlıları da, Malezyalıları da, Cezayirlileri de tanıdım; çok kişilikli, dürüst, samimî müslümanlarla tanıştım; ama bütün diğer müslümanlara izahı zor bir eziklik duygusunun sirayet ettiğine ve sindiğine hayretler içinde kalarak tanık oldum. Türkiye'de bu türden bir eziklik duygusu ve aşağılık kompleksinin ilkel, bayağı ve çok daha ürkücü örneklerine seküler-Batıcı çevrelerde rastladım yalnızca. Oysa bu eziklik duygusu ve aşağılık kompleksi bir tümör gibi ve çok tehlikeli bir şey. Bizim sömürgeleştirilmeyişimizin bizim kollektif hafızamızın kirletilmesini önlediğini altını çizerek sürekli hatırlatacağım. Bu ülkenin insanı her şeye rağmen hakikaten saf ve temiz. Dış görünüşe bakarak arabesk veya eurobesk ağıtlar yakmanın alemi yok. Bu ülkenin müslümanlığını önemseyen müslümanı, hakîkaten asaletine, şahsiyetine ve ahlâkına çok düşkün güzel insan örneğidir. Hiçbir karşılık beklemeden insanlara el uzatanlar, insanın onurunu koruma mücadelesi verenler, fakiri fukarayı gözetenler, kimsesize, yetime sahip çıkanlar bugün bu ülkede de dünyada da sadece müslümanlığını önemseyen müslümanlardır. Bu ülkede diğer müslüman ülkelerde olmayan bir şey var. Görünmeyen ama yeri ve zamanı geldiğinde fışkırabilen bir şey! Ne peki bu? Elbette ki, ruh! Ama "kuru bir ruh" değil, kurucu bir ruh. Kurucu ruh, eninde sonunda her türlü belâyı savuşturmanın yegâne imkânıdır ve kurtarıcı bir ruhtur. Bu kurucu ruhun nasıl her türlü belâyı savuşturacak ve Osmanlı tecrübesini hayata geçirecek bir kurtarıcı ruha dönüştüğünü görmek istiyorsanız, "Bursa'yı görmek", hissetmek ve yaşamak zorundasınız. İşte o zaman, Osmanlı'nın kurucu, yaratıcı ve kurtarıcı ruhunun kaynağının Horasanlardan, Buharalardan, Semerkandlardan Bursa'ya gelen, Bursa'da özenle büyütülen, pişirilen akıncı ve tasavvufî ruh olduğunu göreceksiniz. İşte Osmanlı'yı anlamanın yolu, Bursa'dan; Bursa'yı anlamanın yolu da Mustafa Armağan'ın bir şehir üzerinden bir dünya tasavvurunun nasıl hayata ve dünyaya aktarıldığına dair yazılmış bu ülkedeki en enfes çalışma olan Bursa Şehrengizi'ni okumaktan geçiyor. Bir şehre ruhunu veren medeniyeti, o medeniyeti var kılan ruhu anlamak istiyorsanız bilge mimar ve düşünürümüz Turgut Cansever'in hem kitaplarını, hem de mimari eserlerini çok iyi "okumanızı" ve özümsemenizi öneririm. Mütevazı ve etkileyici bir kişiliğe sahip olan Turgut Cansever'in Sezai Karakoç'tan sonraki ikinci büyük düşünürümüz olduğunu düşünüyorum. İlerde Turgut Cansever'in düşünür kimliği ve kişiliği hakkında bir şeyler yazacağımı hatırlatmak isterim. Uzun lafın kısası: Yazının bir ruhu varsa, meselesi de, mesuliyeti de, soracak suali de, çıkacağı uzun yolculuklar da var ve kaçınılmaz demektir vesselâm.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Ramazan | Arşiv Bilişim | Dizi | Karikatür | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |