|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Cami avlusu serin, ama ortalık sıcak mı sıcak. Nerdeyse uçan serçeler sıcaktan bunalıp yere düşecek. Cami avlusunda, abdest almak için düzenlenmiş sıra sıra sabit tabureler ve onların önündeki musluklardan durmadan, şırıl şırıl akan buz gibi sular. Ellerimizi suya dokundurmak istiyoruz. Birkaç çocuk, hepsi de susamış, şırıl şırıl akan su, hepimizi yutkunduruyor. Derken içimizden biri: "Abdest alırken ağzımıza su alıyoruz, orucumuz bozulmuyor" dedi. Doğrusu daha önce hiç birimiz bu durumu hatırlamamıştık. Bir başka çocuk: "Benim abdestim yok, ben abdest alacağım" dedi. Taburelerden birine oturdu, abdest almaya başladı. İkinci bir çocuk: "Benim de abdestim yok" dedi ve o da oturup abdest almaya başladı. Derken oradakilerin hiç birinin abdesti olmadığı ortaya çıktı! Hepimiz, oturup abdest almaya başladık. Ağzımızı suyla doldurarak çalkaladık. Böylece belki ilk kez bir gövdemizin varbulunduğu bilincine varıyorduk. En azından kendim için bunun böyle olduğunu söyleyebilirim. Gövdemizin arzularını yerine getirebildiğimiz sürece mesele yoktu. Ama onun arzularına ket vurulmaya başlandı mı, ortaya yeni faktörler ve fenomenler çıkıyordu. Gövde: "Ben varım ve buradayım" diye kendini öne sürüyordu. Oysa daha önce sanki o hiç yokmuş gibi muamele ediliyordu ona. Peki bir gövdemizin varbulunduğunun bilincine varmak ne kazandırıyordu bize? Kuşkusuz gövdemizin de, üstümüzde bir hakkının bulunduğunu ve onun hakkının da verilmesi gerektiğini öğrenmiş oluyorduk. Gövdemizi, bir anlamda nefsimizden ayırmayı başarabiliyorduk. Gerçi nefsimiz gövdemiz olmadan varbulunmayacaktı, ama gövdemizin talepleri kendiliğinden yerine getirildiği sürece bunun böyle olduğunu kavramamız da imkân dahiline girmiyordu. Gövdemiz, nefsimizi egemenliği altında tutuyordu ve biz bunun bilincinde değildik. Şimdi, susamış halimizle, dilimiz kurumuş ve gövdemiz bizden su talep ederken, onun bizi nasıl da boyunduruğu altında tutmakta olduğunu fark ediyorduk. Ve böylece gövdemizi şımartmış olduğumuzu da fark ediyorduk. Onun taleplerine boyun eğdiğin sürece mesele çıkmıyordu, ama onun taleplerine ve arzularına karşı koymaya başladığın anda, bir meseleyle karşı karşıya geliyordun: kim kime egemendi? Nefsin mi gövde üstünde hakimiyeti vardı, gövdenin mi nefs üzerinde? Şımartılmış olan gövde, acaba nefsten daha neler isteyecekti? Ve şimdiye değin neler istemiş bulunuyordu? Ve istediği şeyler kendisine verildikçe ona ne yapılmış oluyordu? Kirlenme? Paslanma? Elbette. Öyleyse onun arındırılması da nefsin boynuna borç olmak gerekmez miydi? İşte insanın kendi kendine akıl edemeyeceği bu arındırma süreci, oruçla, ilâhî bir buyruk olarak yerine getiriliyordu. Ben inanıyorum ki, oruç, insanın kendiliğinden ve gönüllü olarak akıl edebileceği ve yerine getirmeye hevesleneceği bir olgu değildir. Ama gövdenin (ve elbette nefsin, ruhun) arındırılması ihtiyacı varbulunmaktadır. Ve insanın belli zaman aralıklarıyla gövdesel ve ruhsal olarak rahmetle ve mağfiretle buluşarak arınmadan geçmesi gerekmektedir. Oruçla bunun gereği yerine getiriliyor, öyle oluyor.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Ramazan | Arşiv Bilişim | Dizi | Karikatür | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |