AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ
Albaraka Türk

K R O N İ K  M E D Y A
Bravo! Bu fikir Pravda'nın bile aklına gelmemişti...

10 Kasım tarihli gazetelerin başsayfaları bu yıl da 65 yıldır olduğu gibiydi... Atatürk fotoğrafları ve ölüm yıldönümüne uygun ifadelerle donatılmış başsayfalar... Fotoğraf ve ifade seçiminde farklı tercihler de göze çarpıyordu. Mesela Hürriyet gazetesi, Genelkumay Başkanı'nın Radikal'den Mehmet Ali Kışlalı'ya verdiği mülakatın önemli bölümünü iktibas ederek "10 Kasım bombası" şeklinde bir manşeti tercih ederken, Tercüman (Ilıcaklar), Atatürk'ün çıktığı gezilerde halkın dertlerini sürekli dinlemesi ve takipçisi olmasından bahisle, başsayfasının manşetini bu hususun şahidi sayılabilicek fotoğraflarla (Atatürk'ün trende kompartımanın penceresinden uzanarak aldığı bir dilekçeyi incelediği, şu ünlü fotoğraflar) hazırlamıştı. 10 Kasım tarihli ilginç manşetlerden bir diğeri de Milliyet'inkiydi. Gazete yazarlarından Can Dündar'ın manşete çıkarılan yazısından, Atatürk'ün naaşının Etnoğrafya Müzesi'nden Anitkabir'e nakledilişi sırasında (1953) yaşananları öğreniyorduk. Yani özetle şu olayları: Tabut açılmış, ve Atatürk'ün ölümünde "tahnit" edilmiş olan naaşının hiç bozulmadığı tespit edilmişti. Aslına bakacak olursanız, Dündar imzalı bu özel haberde yazılanları diğer pek çok gazetede aynen mevcuttu.

10 Kasım tarihli Cumhuriyet'te bizim ilgimizi çeken sayfa, başsayfadan ziyade 6. sayfa oldu. Çok büyük bölümü Emekli Dz. Tbp. Kd. Alb. Op.Dr. Aytekin Ertuğrul imzalı iki yazıya ayrılan bu sayfada, Atatürk'ün yaşamını "siroz"dan değil, "daha önce iki defa geçirdiği sıtma yüzünden yitirdiği" iddia ediliyordu. "Yabancı doktorların kasıtlı yanlış tanısı" başlıklı yazıda şöyle cümlelerle karşılaşıyorduk: "Türk milleti Ata'sını sıtmadan kaybetmiştir. Bu onun için daha onurlu bir ölüm nedenidir. Hoş bizim için Atamızın ölüm nedeni ne olursa olsun fark etmez ama Atatürk düşmanlarının elinden bu silahı almak zorundayız. Yabancı doktorlar bu tıbbi yanlışları ile yıllar sonra Atatürk düşmanı bazı meczuplara malzeme vermişlerdir. (...) Kullandığı alkol belki bu tablonun oluşmasında yüzde 10-15 oranında katkı yapmış olabilir. Şimdi bu gerçeği bütün Türk milleti haykırmalıdır: Atatürkümüz alkolün neden olduğu sirozdan ölmemiştir. Atamız Türk milletini kurtarmak ve çağdaş uygurlarığa götürmek için cepheden cepheye koşarken iki defa yakalandığı sıtma hastalığının ve tedavisi için kullanılan ilaçların bir komplikasyonu olan halkın sıtma dalağı dediği banti sendromundan ölmüştür. Ona yakışan ölüm budur. Yoksa düşmanlarımızın sözde doktorları tarafından uydurulan alkolik sirozdan ölmemiştir...."

Görüyorsunuz: Atatürk'ün ölümüne neden olan hastalık tabii ki bugün de tartışılabilir, bu başka bir konu. Fakat Dr. Ertuğrul'un "Ona yakışan ölüm budur" diyerek "yabancı doktorları" suçlaması ne derece makul bir davranıştır, onu da siz takdir edin...

Gelelim Vatan'ın 10 Kasım manşetine:

Hiç şüphe yok ki, bu 10 Kasım'ın en "yaratıcı" manşetini bu gazete yaratmış...

Çok enteresan bir "yaratıcılık" doğrusu; Vatan'ın kendisine güvenen okurlarını mahcup etmediğini gözlemliyoruz. Henüz çok genç bir gazete olmasına rağmen, gelecek vaadettiği bu başsayfa manşetinden de belli...

Vatan'ın bu "yaratıcılığı"nın özünde, "hayali bir diyalog" hazırlama düşüncesi yatıyor. Gazete, Atatürk'ün değişik zamanlarda yaptığı konuşmalardan bazı cümleleri alarak, aralarına kafadan sorular yerleştirmiş! Zaten manşet de doğrudan bu "yaratıcılık"a işaret ediyor: "Atatürk'le BUGÜNÜ konuştuk"(!)

Gazetenin Atatürk'e yönelttiği sorulardan bazıları şöyle:

- "En büyük eseriniz laik Cumhuriyet'ten geriye dönüş endişesi taşıyanlar var..."

- "Yani Türkiye için tehlike yok mu?"

- "İslam dinine bakışınız nedir?"

- "Türkiye'yi belki de en çok geren konu bu. Dinin, din eğitiminin siyasete alet edilmesi."

- "Halkın bir diğer isteği de daha fazla düşünce özgürlüğü. Daha fazla özgürlük bağımsızlığımıza zarar verir mi?

- "Atam son yıllarda iktidara gelen her hükümet, işbaşında halktan kopup ertesi seçimde hüsrana uğradı. Bugünün siyasilerine ne önerirsiniz?"

Yani öyle sorular ki, bize sorarsanız, Atatürk'ün kafasının atıp "Vatan muhabirini" kapı dışarı etmesine az kalmış!

Düşünebiliyor musunuz, Vatan gazetesi Atatürk'e şu soruyu bile yöneltebilmiş:

"AB'ye tam üyelik yolundaki Türkiye demokratikleşme çabalarında da sancı yaşıyor, bazı iç engellerle karşılaşıyor..." (!)

Doğrusu bravo Vatan'a.... Bu röportaj –mutlaka- dünya basın tarihinde bir ilktir...

Bir gazete ancak bu kadar "yaratıcı" olabilir...

Bu yararlı ve "hayali" röportaj bugüne kadar hiçbir gazetenin aklına gelmemişti..

Pravda'nın bile aklına gelmemişti... O bile, rejimin en sıkışık zamanlarında Lenin'in huzuruna çıkıp "bugünü konuşmayı" akıl edememişti!

Vatan sağolsun... (K.B.)


"Hürriyet Gazeteciliği"ne göre (pratikte) "Haber seçimi"

Duymuşsunuzdur; Hürriyet gazetesi geçenlerde "Hürriyet Gazeteciliği" adlı bir kitap yayınladı.

Kitaba "Haber kalitesini Yükseltme Grubu Sözcüsü" sıfatıyla "Kitap Hakkında" başlıklı bir açıklama yazan Sefa Kaplan, elimizdeki çalışmanın amacını şöyle özetliyor:

"Rehberin amacı, Hürriyet'in haber kalitesini, haber kalitesiyle birlikte haberin en önemli unsuru olan muhabirin niteleğini ve koşullarını en üst düzeye getirebilmektir."

Kaplan, bu çalışmada bununla yetinilmediğini ve "gazete çalışanlarına yardımcı olabilecek ek bilgiler" derlediklerini de belirtiyor.

Yani özetle, elimizde çok sayıda fotoğraf ve karikatür ile desteklenmiş; genel olarak "habercilik" hakkında olduğu kadar "Hürriyet'in haberciliği" hakkında da bilgi veren 221 sayfalık ağır kâğıda basılmış bir kitap var.

Kitabın "HABERİN SERÜVENİ" genel başlığı altında yer alan "SAYFA EDİTÖRÜ" bölümünde şu açıklama ile karşılaşıyoruz:

"Sayfa Editörü, kendi görev alanına düşen haberler tespit edildikten sonra, bunları sayfalar arasında paylaştırır. Paylaştırmadaki en belirgin kıstas, konu bütünlüğü ve haberin önemidir. Önemli haberler sayfaların manşeti olarak düşünülür ve diğer haberler de uygun görülen yerlere yerleştirilir."

Görüyorsunuz, derli toplu bilgiler bunlar; haberlerin sayfalar arasında ve kendi içinde nasıl paylaştırılması ve yerleştirilmesi gerektiğini güzel güzel açıklıyor...

Yani, işin "teorisi" hakkında söylenebilecek şeylerin özü gayet güzel ifade edilmiş...

Peki, işin "pratik" yanı ne durumda acaba?

İsterseniz bu soruyu taze bir örnekten hareketle cevaplamaya çalışalım:

7 Kasım Cuma tarihli gazetelerde yer alan en önemli haber, bizce, Yargıtay 4. Ceza Dairesi'nde görülen bir davada, mahkeme başkanının bir sanığı "türbanlı" olduğu gerekçesiyle duruşma salonundan çıkartmasıydı.

Olayı hatırlıyorsunuz (nasıl hatırlamazsınız, unutmak mümkün mü?!); gerçekten "müthiş" bir haberle karşı karşıyaydık... "Türban" konusunda benzer sınırlamaların kapıda olduğunu tekrar edenleri "Yok canım daha ne!" diye ciddiye almazken, Türkiye Cumhuriyeti'nin hem de Yargıtay gibi bir yüksek mahkemesinde, bir sanık "türbanlı" olduğu gerekçesiyle kapı dışarı ediliyordu...

Haber "müthiş"ti ve 7 Kasım Cuma tarihli gazetelerin büyük bölümünün, tabii olarak, ya manşetlerinde ya da başsayfalarındaydı... (Mesela Radikal'in manşeti: "Türbanlı sanığa duruşma yasağı")

Oysa Hürriyet, yani "Hürriyet Gazeteciliği" adlı kitapla millete habercilik öğretmeye çalışan Hürriyet, (nedense) olay ve haber üzerine bir "Zihinsel hazırlık" (bu ifadeyi doğrudan Hürriyet'in kitabından alıyoruz) yaptıktan sonra, haberi evirip çevirmiş ve doğruca 23. sayfanın küçüğe daha yakın orta halli haberlerinden birisi yapmıştı.... Haberle başsayfada karşılaşmak mümkün değildi.

Şimdi isterseniz Kitap'ın "Sayfa Editörü" bölümünde yazanları hatırlayalım:

"Sayfa Editörü, kendi görev alanına düşen haberler tespit edildikten sonra, bunları sayfalar arasında paylaştırır. Paylaştırmadaki en belirgin kıstas, konu bütünlüğü ve haberin önemidir."

Bakın, "kıstas"ın ne olduğu çok açık olarak belirtilmiş!

Oysa bakın, manşetlik ya da hiç değilse başsayfalık olduğu apaçık bir haber, "üvey evlat" muamelesi görüp 23. sayfaya nasıl sürülmüş...

Sonuç olarak: Kadim Yunan'dan beri tekrarlanan bir ilkeyi unutmayalım: Erdemli hayat ancak "teori" ve "pratik"in birbirini tamamladığı ölçüde mümkündür.

Ve eğer bu ilke çiğneniyorsa, ortaya bir değil bin ciltlik gazetecilik "Rehberi" de koysan gerisi "lâf ü güzâf"dan ibarettir....

Amma sinir bozucu bir manzara.... Okurlarla dalga mı geçiyorlar nedir?! (K.B.)


'Hukukçu dost'lar 'adımızı yazmayın' mı diyorlar?

Yargıtay 4. Ceza Dairesi'nin, mahkeme salonlarını "kamusal alan" ilan edip türbanlı sanıklara yasak etmesi, köşe yazarlarına yeni bir yazı konusu yarattı… Hürriyet gazetesi başyazarı Oktay Ekşi'nin "Bir gereksiz mesele daha" başlığını taşıyan; ortalarına kadar, başlığın vaat ettiği içerik ("savunma hakkının üstün tutulması gerektiği") doğrultusunda ilerleyen; en sonunda da "Görüyorsunuz… Bir zamanlar 'Taksim'e cami yaptırma meselesi vardı ya… Onun gibi gerip duruyorlar" deyip faturayı "türbanlı sanık" ve benzerlerine çıkaran yazısından Pazar günü söz etmiştik…

Hatırlarsanız, soru karşısına çıkınca, başlangıçta "savunma hakkı her şeyin önünde gelir" diye düşünen Ekşi'yi bu fikrinden caydıran şey, onun, içinde bulunduğu kafa karışıklığını çözmek için konuyu "güvendiği bilim adamı hukukçularla tartışması" olmuştu…

O hukukçular, "Yargıcın olaydaki saklı amacı görmesi" gibi hukukla hiçbir ilgisi olmayan bir argümanla Ekşi'yi ikna etmiş, böylece o da yukarıda okuduğunuz "final"i yazmıştı…

Ekşi'nin yazısıyla ilgili olarak takıldığımız noktalardan biri de, yazarın, "güvendiği bilim adamı hukukçular"ın adını vermemesiydi. Şöyle demiştik: "Hem niye görüş sahiplerinin isimleri yok? Biz onların yerinde olsaydık, 'utanılacak hiçbir şey yapmadığı' halde yüzlerinin gazeteler marifetiyle kapatılmasına itiraz eden 'mağdurlar' gibi hissederdik kendimizi…"

Ertesi gün (9 Kasım) gene bir Hürriyet yazarının köşesinde benzer bir uygulamayla karşılaştık. Bu kez Yalçın Bayer "Bir hukukçu dost"un görüşlerini aktararak "TÜRBANDA GERÇEKLER"i açıklıyordu…

İlk soru: "Bu durumda savunma hakkı kısıtlanmış olur mu?"

İlk cevap: "Hayır. Ne zaman ki türbanı çıkarır, savunma hakkını kullanmakta serbesttir."

Bu cevabın ne kadar "hukukî" olduğuna; sorunun talep ettiği temellendirmeyi ne ölçüde yerine getirdiğine siz karar verirsiniz, biz burada başka bir mesele üzerinde duracağız…

Şunu merak ediyoruz: Hürriyet yazarları konuştukları "hukukçu dostlar"ın adlarını neden vermiyor? Bizim bildiğimiz, birilerinden tırnak içi alıntı yaptığınızda, o kişinin adını vermeniz âdettendir; meğerki o kişi isminin yazılmamasını istemiş olsun… Şu da meşrudur: Üzerine yazı yazmak istediğiniz konunun uzmanlarıyla konuşursunuz, sonra da o bilgileri kullanarak kendi yazınızı yazarsınız, ki bu durumda isim belirtmeye gerek yoktur.

Evet, merak ediyoruz, hangisi geçerli? "Hukukçu dostlar" hiç böyle bir talepte bulunmadığı halde, yazarlar onların adını yazmayarak kaynaklarına saygısızlık mı etmektedirler? Ya da bizzat kaynaklar mı adlarının yazılmamasını istemektedir? Ya da… Ya da… (A.G.)


Karikatürün devamı…

Behiç Ak'ın bu karikatürü 6 Kasım tarihli Cumhuriyet'te yer aldı… Aşağıda okuyacağınız haber de 8 Kasım tarihli gazetelerdeydi… "Karikatürün devamı" dedik, fazla söze gerek yok, aktarıyoruz:

"ABD'den telefon: 'Teşekkürler, asker istemiyoruz…' Ankara yanıtladı: 'Zaten göndermiyoruz…' Hükümet, Irak'a asker göndermek üzere Meclis'ten aldığı yetkiyi kullanmama kararı aldı. ABD Dışişleri Bakanı Powell önceki gece, Dışişleri Bakanı Gül'ü arayarak teşekkür etti ve asker istemediklerini söyledi. Ankara'nın konuyla ilgili açıklamalarından rahatsızlığını bildiren Gül, TBMM yetkisinin kullanılmayacağını Powell'a iletti." (A.G.)


11 Kasım 2003
Salı
 
YÖNETENLER: Kürşat Bumin
Alper Görmüş


Künye
Temsilcilikler
Abone Formu
Mesaj Formu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Ramazan | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Karikatür | Çocuk
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED