|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Türkiye'de cumhuriyetin ilan edildiği 1923 yılı, bir büyük dünya savaşından henüz çıkmış olan bütün ülkeler için, hastalıklı sosyal bünyelerinin tedavi çabalarına cevap vermeye başladığı seneydi. Bazı ülkelerde savaşın yaraları iyileşmeye başlamışken, diğer bazılarında da kangren halini almıştı. 1923 yılında ekmek Türkiye'de sekiz kuruşken, işçilerin maaşlarını el arabasıyla almaya gittikleri Almanya'da 200 milyar marka satılıyordu. Pekçok ülkenin I. Dünya Savaşı sonrası iktisadi ve siyasi tarihi aynı sözlerle başlar: Yok olmuş bir alt yapı, yarı yarıya düşmüş çalışan nüfus, kaybolmuş zanaat, yıkılmış sanayi ve göçlerle, ölümlerle ve tehcirlerle altüst olmuş bir sosyal yapı. 80 yılda Türkiye Cumhuriyeti'nin kat ettiği mesafeyi anlatmak için, okuyucuya önce bu yıkılmışlık edebiyatından bahsetmek bir gelenek halini almıştır. Böylece 80 yılın faziletinin, çok daha bariz bir şekilde gösterilmesi hedeflenir. Bu tavır, sadece 29 Ekim'lerde gazetelerin "Yoktan varolan ekonomi" gibi attıkları manşetlerin altına dizdikleri satırlarda ve anlı şanlı yazarlarının "Bizimki Mucize" başlığını uygun buldukları köşelerinde yaptıkları edebiyatta sergilenmiyor. Her şeye olduğu gibi, cumhuriyete karşı da aşırı duygusal bir hamasetle yaklaşmayı alışkanlık haline getiren Türk aydınlarının kaleme aldığı eserlerde de bu tavrın abartılı yansımalarını görmek mümkün. Şüphesiz, Kurtuluş Savaşı'ndan yüzünün akıyla çıkarak Osmanlı Devleti'nin kalıntıları üzerine inşa edilen Türkiye'nin içine düştüğü ilk yılların sefaletini, bugünün gençlerine aktarmanın elbette geçerli bir yanı var. Ama bir ülkenin iktisadi gelişimi, sadece kendi tarihiyle mukayese yapılarak takdim edilmeye çalışılıyorsa, bilin ki ortada saklanılmak istenen veya hatırlatmaktan kaçınılan bir şeyler var demektir. Türkiye bugün, ekonomisinin büyüklüğüyle dünyanın en büyük ekonomilerinden biri sayılır. Ancak bu sanıldığı gibi, aşağıdan yukarıya doğru bir yükselişin ifadesi değil. 80 yıl içerisinde bizden çok daha kötü enflasyon, çok daha yoğun krizler yaşayan ülkeler oldu. Bunlar arasında, Almanya gibi sanayileşmiş ve yaşadığı enflasyonist dönemi, Hitler gibi bir faşistin dünya hakimiyetine soyunmasıyla kapatmış bir ülke olduğu gibi, Brezilya ve İsrail gibi gelişmekte olan ekonomiler arasında sayılan ve bizim kendimize denk görebileceğimiz ülkeler de var. Ama sözgelimi enflasyonla mücadelede hâlâ, bizden çok daha geride olduğunu iddia edebileceğimiz Venezuela ve Uganda gibi ülkelerin dahi gerisindeyiz. Hulasa, bugün ancak Türkiye ekonomisinin kendine has sıra dışı yapısıyla gurur duyabiliriz. Dış ticaret açığı, bütçe açığı, iç ve dış borç yükü en ağır olan ülkeler arasındayız. Artık iki-üç yılda bir yiyegeldiğimiz krizler, ekonominin garip bir cilvesi olarak, kayıtdışı ekonomimizin büyüklüğü sayesinde ucuz atlatılıyor. Devletçilikten bir türlü vazgeçemeyen devlet yapımız, eskiden beridir devlet eliyle burjuvazi yetiştirme hedefi çerçevesinde, bir kısım sermaye sahiplerine rant akıtıp duruyor. Çeteler, aynen bundan 80 yıl öncesinde olduğu gibi devleti çepeçevre kuşatmış vaziyette. O zamanlar İş Bankası etrafında odaklanmış olan aferinci yiyiciler, bugünlerde hortumcu olarak anılıyor. Ekonomi dışı addedilen bazı gelişmeler de, salt rakamsal bir karşılaştırmanın ötesine geçildiğinde farklı şeyler söylüyor. Mesela ilkokullulaşma konusunda, en azından sekiz yıllık kesintisiz öncesinde, belli bir ilerleme dikkati çekerken (1946 ile 1991 arasında yapılan bir değerlendirmeye göre, öğrenci artışı % 386'da kalırken öğretmen artışı % 678 olmuş, yani öğretmen başına düşen ilkokul öğrencisi sayısı azalmıştır), orta öğretim ve yüksek öğretim söz konusu olduğunda, giderek kötüleşen bir manzarayla karşılaşmaktayız. Sözgelimi, aynı dönemde ortaokul öğrencisinde 35 katlık bir artış yaşanırken, buna ne ortaokul sayısındaki artış (24 kat), ne de öğretmen sayısındaki artış (13 kat) yetişebilmiştir. 80 yıl sonra ortaya çıkan durum şu: Türkiye, temel bir kalkınma eşiğini aşabilmiş olmasına rağmen, bu süre içinde ne bölgesel, ne de global ekonomide bir güç merkezi olabilmiştir. Bu dönem içinde kalkınmanın olmazsa olmaz unsuru olan uzmanlaşmış insan sermayesini oluşturamamış, ülke kaynaklarını verimli bir şekilde kullanamamış ve gelir dağılımı en bozuk ülkeler arasında yerini almıştır. Osmanlı, Avrupa'nın hasta adamıydı. Biz, o kadar uğraşmamıza rağmen Avrupalı bile olamadık. Gelişme dediğimiz şey, özetle bu.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Ramazan | Arşiv Bilişim | Dizi | Karikatür | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |