|
AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ |
| |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Şu satırlar, Ümran Avcı imzasıyla 18 Kasım tarihli Milliyet'te yer alıyordu: Yaşama son kez bakan çaresiz bir kadının fotoğrafı vardı dün Milliyet gazetesinin birinci sayfasında... Kim olduğunu bilmiyorduk henüz. Gözlerinin açık kalmasını terörün dehşetine, belki de yaşayamadıklarının pişmanlığına bağlamıştık. Ancak asıl gerçeği eşi Ahmet Özdoğan'ın cenazesine katıldığımızda öğrendik: Karnında taşıdığı bebeğini kucaklayamadan ayrılıp gitmişti bu dünyadan..." Şimdi de, söz konusu fotoğrafı çeken Alp Sime adlı "fotoğraf sanatçısı"nın Milliyet'in bir gün önceki sayısında yer alan "haber"inden bir bölüm: "Görüntüler hâlâ kafamda, fakat bir şey hissetmiyorum. Fotoğraftaki kadın son nefesini alıp veriyordu. (...) Dışarı fırlayan iç organlarını örtmek için kapatılan gazete, son soluklarla havalanıyordu. Birkaç saniye sonra kadın da, onu örten gazeteler de hareketsizdi. Gözleri terörün dehşetiyle, belki de yaşayamadıklarının pişmanlığıyla açık kalmıştı." Görüyorsunuz, "fotoğraf sanatçısı"nın "haberi"nde problemli çok yan var... "Kadın" ve "onu örten gazeteler"in "haraketsiz" kalmasından söz eden satırlar, olayın "süre"sine ilişkin ("Birkaç saniye sonra...") bilgiler, vesaire... Belli ki, başarılı bir "fotoğraf sanatçısı" olduğu söylenen Alp Sime, kalemini objektifi gibi ustalıkla kullanamıyor... Fakat her şey bir yana, Sime'nin "haber"inin son cümlesi özellikle dikkat çekici: "Gözleri terörün dehşetiyle, belki de yaşayamadıklarının pişmanlığıyla açık kalmıştı." "Haber"in bu cümlesi diğerlerinden çok daha problemli. Bir kere herşeyden önce, "fotoğraf sanatçısı"nın insanların nasıl öldüğüne dair bilgisi olmadığı gözleniyor. (Bunun böyle olduğunu zaten kendisi de belirtmiş: "Bir insan, hayatımda ilk kez gözümün önünde can veriyordu.") Belli ki "fotoğraf sanatçısı", insanların Yeşilçam filmlerindeki olduğu gibi, güzel güzel hikaye anlatırlarken aniden başlarını sert biçimde bir yöne çevirip gözlerini kapatarak öldüklerini sanıyormuş.... Fakat "haber"in son cümlesindeki diğer problem çok daha vahim; çünkü cümlenin bu bölümünde talihsiz genç kadının "belki de yaşayamadıklarının pişmanlığıyla" gözleri açık öldüğü söyleniyor... Şimdi; herşeyden önce, bir genç kadının "gözleri açık" ölü bedeninin karşısına geçip "belki de yaşayamadıklarının pişmanlığından" şeklinde "edebiyat parçalamaya" çalışmak bir gazetenin işi midir? Nitekim Milliyet de içine düştüğü bu "arabesk" ruh halinin farkına az da olsa varmış olacak ki, 18 Kasım tarihli sayısında (yazının başında aktardığımız cümlelerle) durumu kurtarmaya çalışıyor. Haksız mıyız, yerde "gözleri açık" cansız yatan bir genç kadın bir gazeteye ne münasebetle "yaşayamadıklarının pişmanlığını" hatırlatsın? İllâki bir şey söyleyeceksen, bari bu talihsiz genç kadının geçmişine yönelik "pişmanlıklarına" değil, "geleceğine", gelecekte yaşayamayacaklarına ilişkin bir iki laf et... Bakın zaten Milliyet de "geç ayılmış" olarak ertesi gün bize bunu hatırlatıyor: "Berta anne olacaktı". Sonuç olarak, bir gazetenin (hem de Milliyet gibi bünyesinde bol miktarda gazete barındıran bir gazetenin), bir "fotoğraf sanatçısı"nın aklına estiği gibi kaleme aldığı bir "haber"i bu şekilde, yani hiç gözden geçirmeden, üzerinde gerekli hiçbir değişikliği yapmadan, "skandal" sayılabilecek cümleleri ayıklamadan olduğu gibi sayfalarında yer vermesi olacak iş midir? (K.B.)
Milliyet'teki fotoğraflar... Hepimiz kabul ediyoruz, yalnız Türkiye değil bütün dünya daha uzun yıllar terörle birlikte yaşayacak... Sinagoglara yönelik son eylemle paramparça olmuş bedenlerin gazetelerde büyük fotoğraflarla sergilenmesi, gazetecilerin işin bu yanını esaslı bir biçimde tartışmaları gerektiğini bir kez daha gösterdi... Özellikle Milliyet gazetesinde iki gün üst üste (15 ve 16 Kasım), birinci sayfanın yarısını kaplayan fotoğraflara getirmek istiyoruz sözü... O fotoğraflar herhangi bir kaza sonrasında çekilmiş olsaydı, Milliyet yönetiminin onları kullanmayacaklarını biliyoruz... Bu konuda bütün dünyada bir standart oluşmuş durumda artık... Milliyet yönetimi o korkunç fotoğrafları "teröre karşı duyarlılık yaratsın diye" yayımlamaya karar verdi kuşkusuz... Peki, bu amaca hizmet ediyorlar mı? Biz hiç emin değiliz... Bu tür fotoğraflar pekâlâ insanların "terörize edilmesine" hizmet ediyor olabilir... Açık söyleyelim, bundan da emin değiliz ve işin doğrusuna gazetecilerin kendi aralarında tartışarak varılabileceğine de inanmıyoruz... İnsanların bu tür fotoğraflardan hangi yönde etkilendiğini ortaya koyacak ciddi araştırmalara ihtiyacımız var... Belki ondan sonra bütün gazetecilerin benimseyeceği kriterlere ulaşabiliriz... (A.G.)
Hürriyet'ten Cerrah'a teselli ikramiyesi!
Hürriyet'te (17 Kasım) yer alan bir küçük haber: "Sabaha kadar ayakta kaldı". Başlığın altında küçük bir fotoğraf; İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah'ın fotoğrafı. Başlığın yanına fotoğrafı koyunca, "sabah kadar ayakta kalan"ın kim olduğu anlaşılıyor. Tabii ki Celalettin Cerrah. Aslına bakacak olursanız, önümüzdeki "haber"de sözü edilen olay ("sabaha kadar ayakta kalma") hiç de haber değeri taşımayan bir olay... Çünkü, "sabaha kadar ayakta kaldığı" söylenen kişi İstanbul Emniyet Müdürü ve İstanbul "sabaha kadar ayakta kalınan" günün bir gün öncesinde arkasında 25 ölü ve onlarca yaralı bırakan iki büyük patlamayla yerinden oynamış... Yani, İstanbul Emniyet Müdürü'nün geç de olsa "sabaha kadar ayakta kalması"ndan daha tabii bir şeyin olmayacağı bir gün yaşanıyor... En iyisi Hürriyet'in haberini olduğu gibi aktarmak: "İstanbul Emniyet Müdürü Celalittin Cerrah, milli maçı izlemek üzere gittiği Letonya'dan önceki gece geç saatlerde döndü. Milli Takım'ın kafilesiyle Atatürk Havaalanı'na inen Cerrah, 02.30'da Emniyet Müdürlüğü'ne geçerek kurmaylarından bilgi aldı. Sabdırılardan sonra İstanbul'a dönmek isteyen ancak uçak bulamayınca kafilenin dönüşünü bekleyen Cerrah, saat 04.30'da da patlamanın yaşandığı bölgelerde incelemeler yaptı. Uyumaya fırsat bulamayan Cerrah, daha sonra Emniyet Müdürlüğü'ne giderek yardımcılarıyla bir değerlendirme toplantısı yaptı." Mesele anlaşıldı; demek ki İstanbul Emniyet Müdürü, İstanbul'da yer yerinden oynarken Milli Takım'ın kafilesiyle Letonya'da bulunuyordu... Çok istemesine rağmen, uçak bulamadığı için ülkeye dönemedi... Atatürk Havaalanı'na iner inmez de, saatin 02.30 olmasına filan aldırmadan doğru Emniyet Müdürlüğü'ne geçti... Tamam, bir şey demiyoruz... Milli Takım'ın Letonya'daki maçını izlemek tabii ki, İstanbul Emniyet Müdürü'nün de hakkı... Eh Letonya'da çok ayak altında bir ülke olmadığı için her istediğinizde uçak da bulamıyorsunuz... Yani özetle, Milli Takım'ın yurtdışı maçlarını izlemek için "kafileye" katılma-katılanlar meselesi az biraz problemli bir durum arzetse de (mesela bu katılamcıları kim seçiyor, neye göre seciyor, masraflarını kim ödüyor,vs), ortada "talihsiz" olarak nitelenebilecek bir durum var: İstanbul'da iki büyük patlama gerçekleşmiş ama şehrin Emniyet Müdürü Letonya'da uçak bulamıyor... Tamam, hepsi iyi güzel de Hürriyet'in üzerinde konuştuğumuz haberi yaparken ki derdi ne acaba? Ne yani, İstanbul Emniyet Müdürü, olaylardan sonra sabaha karşı 02.30'da Atatürk Havaalanı'na indikten sonra doğrudan Emniyet Müdürlüğü'ne gitmeyip de ne yapacaktı? Üzerinden yol yorgunluğunu atmak için evinin yolunu tutacak değildi ya... Düşünün, saat olmuş 02.30; "sabah kadar ayakta kalmak" için şunun şurasında geriye kalmış zaten hepsi hepsi bir iki saat; İstanbul Emniyet Müdürü "sabaha kadar ayakta" kalmayıp da ne yapacak! Olsun, Hürriyet yine de "gönül alıyor"; küçük bir haberle bile olsa "teselli ikramiyesi" gibi bir şey sunuyor... Biliyorsunuz, Hürriyet bu işleri gerçekten çok iyi biliyor... (K.B.)
KRONİK MİSAFİR
Medya levhalarına uyalım Diyelim ki bir adet oyumuz var. Şimdi bir siyasi parti hayal edelim. Yaklaşmakta olan yerel seçimler öncesi sözkonusu partinin seçim propagandası bültenleri arasında şöyle bir ifade görürsek acaba o partiye oy atmayı düşünür müyüz? "Partimizin belediye başkan adayları seçildikleri takdirde icraatlarından kaynaklanacak her türlü hukuki davanın yaratacağı tazminat bedellerinin % 20'sini ödemekle mükelleftirler." Diyelim ki eğitim- öğrenim çağında bir kızımız-oğlumuz var. Bir özel okul veya vakıf üniversitesi düşünelim. Kayıt yaptırmayı düşündüğümüz sözkonusu okulun tanıtım kataloglarında veya internet sitesinde şöyle bir ifade görürsek ne düşünürüz? "Okulumuzun öğretmenleri eğitim ve öğretim mesailerinden kaynaklanacak her türlü davadan doğacak tazminat bedellerinin % 20'sini ödemek zorundadırlar." Diyelim ki bir adet hastalığımız var ve bir miktar da devlet - SSK hastanelerine düşmemize mani olacak kadar paramız var. Bir özel hastane kurgulayalım. Sözkonusu hastanede bir köşede sıramızı beklerken duvarda bir yazı görelim. "Hastane doktorlarımızın yapacağı yanlış teşhis ve tedavilerden kaynaklanacak her türlü davadan doğacak tazminat bedellerinin % 20'si doktorlarımızın maaşlarından kesilir." Ne yaparsınız? Sıranızı mı beklersiniz? Yoksa elinizdeki dergiyi sessizce bırakıp kendinizi daha güvenli bir yere mi atarsınız? Yukarıda anılan hayal-kurgu durumları pek olası haller değildir. Bu tür garip ötesi kurumsal ilkelerle normal hayatta pek karşılaşamazsınız. Ama imkansız olduğunu düşünmek acelecilik olur. Kendi ifadeleriyle, "Türkiye'de kendi türünde ilk olma özelliğini taşıyan Doğan Yayın Konsey'i", ilgili internet sitelerinde kamuya sundukları ve arkalarında durduklarını verdikleri pozla ilan ettikleri DYH ilkeleri ile gerçekten bir ilke imza attığı için dünya medya araştırma kurum ve kuruluşları için ilginç bir fenomen olma özelliği taşıyor. DYH ilkeleri arasında bir madde ve ilgili bendi var ki aynen aşağıdaki gibi... " 7- Kişileri ve kuruluşları, eleştiri sınırlarının ötesinde küçük düşüren, aşağılayan veya iftira niteliği taşıyan lakap ve ifadeler kullanılamaz. a- Yazarların kendi köşelerinde yazdıkları hakaret ve iftira niteliğindeki yazılardan kaynaklanan davalardan doğan tazminatın %20'si kendileri tarafından ödenir." Merak ettiğim şu... Bu bendi yazan kimseler Türkçemizin pek sevdiğim azizliklerinden birine mi uğradılar, yoksa toplam 20 temel maddelik her biri tartışılır yüzer döner DYH ilkeleri arasına bir adet tartışılmaz heykel gibi rijit bir madde eklemek mi istediler? Fakat şu gerçek ki, fenomenoloji için Türkiye gibi O'nun medyası da büyük bir hazine!... Bir öneri... DYH attığı bu adımı daha ileriye götürerek bir ilke daha imza atabilir. Sözkonusu maddenin yazılmasına neden olan yazarlarının fotoğraf veya isimlerinin yanına bir uyarı levhası veya işareti yerleştirilebilir. "Dikkat! Hakaret Edebilir." veya "Dikkat! İftira atabilir." gibi... Elbette kimi yazarlar için aşağıdaki gibi bir üçüncüye de ihtiyaç olabilir ki böylece okurların medyatik güvenliği sağlanmış olur. "Dikkat! Hakaret ve İftira Tehlikesi"...
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Ramazan | Arşiv Bilişim | Dizi | Karikatür | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |