AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

K R O N İ K  M E D Y A
Ekşi: 'Basın özgürlüğü' kavramı yanlış!

Basın Konseyi Başkanı ve Hürriyet Gazetesi Başyazarı Oktay Ekşi, Ceza Hukuku Derneği'nin Kadir Has Üniversitesi'nde düzenlediği "İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ VE TÜRK CEZA HUKUKU" konulu sempozyumda bir konuşma yaptı (26 Nisan). Ekşi, "Basın Bağlamında İfade Özgürlüğü" konulu konuşmasında, bir kez daha "Basın özgürlüğü"nün yerine önerdiği "iletişim özgürlüğü" kavramını savundu, gerekçelerini sıraladı... Umur Talu ve Kürşat Bumin'in de üzerinde birer yazı yazdığı tartışmanın genişlemesini arzulayan Ekşi, sayfamızda son konuşmasına yer vermemiz dileğini iletti bize. "Tartışmanın genişlemesi" arzusuna katıldığımızı belirterek Ekşi'nin sempozyum konuşmasını yayımlıyoruz; mecburen biraz kısaltarak...

(…)

Bugünkü Cumhurbaşkanımız Sayın Ahmet Necdet Sezer'in Anayasa Mahkemesi'nin 37'nci Kuruluş Yıldönümü'nde, bu mahkemenin başkanı sıfatıyla 26 Nisan 1999'da yani bundan tam dört yıl önce yaptığı meşhur konuşmaya göre:

"Düşünce özgürlüğü, insanın serbest biçimde bilgiye ve düşünceye ulaşabilmesi, düşüncesini serbest biçimde açıklayabilmesi, başkalarına iletebilmesi, düşünce ve kanaatleri nedeniyle suçlanamamasıdır."

Kanaatimizce "düşünce özgürlüğü"nden söz edebilmek için önce "düşüncenin oluşmasına" ihtiyaç vardır.

Bir konuda düşüncenin oluşabilmesi için insanın o konuyla ilgili gerçeğe ulaşması gereklidir.

(…)

Bu bilgi sadece onu üretende kaldığı sürece ne bir özgürlük konusudur ne de bir sınırlamadan söz edilebilir.

Ama insan toplumsal bir varlıktır. Bu yaşamı sürdürebilmek için paylaşmak zorundadır.

Bu "paylaşma" kavramının sınırları çok geniştir. Yiyecek paylaşılır, tehlike paylaşılır, bilgi paylaşılır, kısaca sayısız değer paylaşılır.

Paylaşmaya kalktığınız anda ondan çıkarı zedelenenlerin direnci karşınıza çıkar.

Bu bilgi için de haber için de kanaat için de geçerlidir.

Çıkarı zedelenenlerin gücü, kullandığınız özgürlüğü sınırlamayı amaçlar. İşte bu aşamada "özgürlük" önem kazanır.

Daha açık söylemek gerekirse, paylaşmak maksadıyla başkalarına iletmek istediğiniz bilgi ve kanaatler özellikle de iktidar sahiplerini rahatsız edici nitelikte olabilir.

Oysa gerçeklere ulaşmak, onları açığa çıkarmak, onları yorumlamak ve arzu edildiği kadar çoğaltılmış mesajlar halinde istenilen son noktaya kadar iletmek demokratik rejim yönünden çok önemlidir.

Çünkü demokrasiler, Halkın Gerçekleri Öğrenebilmesi koşuluyla sağlıklı şekilde işleyebilirler. Bu da öncelikle bireylerin gerçeğe ulaşmasının engellenmemesiyle sağlanabilir.

İşte bu noktada karşımıza devletin saydamlaşması yani kamusal yaşamın ve faaliyetlerin ürettiği gerçeklerin, usulüne uygun şekilde talepte bulunmuş bireylere sunulması zorunluluğu çıkmaktadır.

Ve bu zorunluluk, "Bilgi edinme özgürlüğünü" doğurmaktadır.

Basın yönünden, söz konusu özgürlük tam bu noktada önemlidir ama, biz ondan önce "düşünceleri ifade özgürlüğü"nün niteliğini sergilemek durumundayız:

Demek ki düşünceleri ifade özgürlüğünde önemli olan ve öncelik taşıyan ihtiyaç, gerçeklerle bireyler arasındaki engellerin asgariye indirilmesi, mümkünse kaldırılmasıdır.

Bunu, o gerçeği (bir başka deyişle haberi, bilgiyi) bulan veya bulunmuş gerçeklerden özgürce kanaat üreten kişinin, söz konusu gerçeği, haberi, bilgiyi yahut kanaati hiçbir engelle karşılaşmadan, istediği en son noktaya iletebilmesi aşaması izler.

Tüm bu süreçlerin hiçbir tehdit söz konusu olmadan yaşanması halinde orada düşünceleri ifade özgürlüğü vardır.

Biz Basın Konseyi olarak bu sürecin tamamını en az 10 yıldan beri, "İletişim Özgürlüğü" olarak tanımlıyoruz.

İletişim Özgürlüğü'nün "serbest biçimde bilgiye ulaşma ve düşüncesini serbest biçimde başkalarına iletme" aşamasını Düşünceleri İfade Özgürlüğü olarak nitelendirmek doğru olur diyoruz.

Keza bu sürecin "ulaşılan gerçeği kitlelere iletme" işlevine dönüştürülmesine "Kitlesel İletişim Özgürlüğü" veya en az ikiyüz yıldan beri ısrarla sürdürülen yanlışı tekrarlayacak olursak buna "Basın Özgürlüğü" de denebileceğini düşünüyoruz.

Bu noktaya dikkatinizi şu nedenle çekmek istiyorum:

Birçok bilim adamı "Basın (Kitlesel İleteşim) Özgürlüğü, Düşünceleri İfade Özgürlüğünün bir parçasıdır" görüşünü savunuyor. Örneğin Sayın Sezer'in yukarıda değindiğim konuşmasında:

"Basın Özgürlüğü, düşünce açıklama özgürlüğünü tamamlayan ve onun kullanılmasını sağlayan bir özgürlüktür" dediği görülüyor.

Keza Sayın Sezer aynı konuşmada:

"Basın ve haberleşme özgürlüğü, kaynağını düşünceyi açıklama özgürlüğünde bulmaktadır (...)" demektedir.

Oysa bu yaklaşım bizi tam tersine yani "Düşünceleri İfade Özgürlüğü'nün de "Basın Özgürlüğü" diye nitelendirilen özgürlüğün de aslında "letişim Özgürlüğünün bir parçası" olduğu sonucuna götürüyor.

Bu yaklaşım farkının doğurduğu önemli bir sonuç var:

İletişim Özgürlüğü istisnasız herkesin yararlandığı bir özgürlüktür.

Bilgi Edinme Özgürlüğünü, Basın Özgürlüğünü ve Düşünceleri İfade Özgürlüğü'nü yaratan da o olduğu için tüm özgürlüklerin temelinde İletişim Özgürlüğü vardır.

Bu nedenle, korunması ve en geniş şekilde kullanılması gereken özgürlük "Basın Özgürlüğü" diye nitelendirilen özgürlük değil, herkese ait olan İletişim Özgürlüğüdür.

Esasen "Basın Özgürlüğü" sonuç itibariyle sadece "Basın Mensuplarını" kapsam içine aldığına göre aslında burada, özgürlüklerin temel niteliğinden yani "herkesi kapsama" yani "genel" olma koşulundan sapma söz konusudur. Bu da Basın Özgürlüğünü "özgürlük" olmaktan çıkartıp "ayrıcalık" haline getirmektedir. O nedenle de "Basın Özgürlüğü" kavramı kabul edilebilir bir özgürlük kavramı değildir. (A.G.)

Bu şeref de Fikret Bila'ya düştü!

Milli Güvenlik kurulu Genel Sekreteri Org. Tuncer Kılınç'ın son Avrupa gezisinde yaptığı toplantılarda neler söylediği malum... Bildiğiniz gibi Kılınç'ın bu toplantılarda yaptığı konuşmalara ilişkin iki gazetenin (Hürriyet ve Zaman) çekmecesinde bekleyen bilgiler, önce Hürriyet'in aldığı inisiyatifle kamuoyuna maloldu. Hürriyet'in haberi patlatmasının hemen ardından da Zaman elindeki bilgileri okurlarıyla "paylaştı". Bu gelişme çok hayırlı bir gelişmeydi şüphesiz. Orgeneralliğe yükselmiş, ayrıca MGK Genel Sekreterliği gibi önemli olması icabeden bir göreve getirilmiş olan Kılınç'ın dünyayı nasıl algıladığının, daha iyi bir dünya için neler önerdiğinin açıklıkla bilinmesi tabii ki bu ülkede yaşayan herkesi çok memnun etti. Kılınç, Avrupa'da yaşayan Türkiyeli göçmenlerin hayat tarzları hakkında ne düşünüyor ve ne öneriyordu? Avrupa'daki göçmen kuruluşlarının "tek çatı" altında toplanması gayreti ne anlama geliyordu? Ve tabii hepsinden önemlisi, "Kılınç Paşa"nın Türkiye'nin iç ve dış borçlarının gecikmeden ödenmesi ve ülkenin önünün açılması için gerekli gördüğü ekonomik tedbirler nelerdi? (Hatırlıyorsunuzdur, "Kılınç Paşa"nın bu fasıldaki en parlak gikri "Darphane"nin gece gündüz demeden çalıştırılmasıydı!)

İsterseniz, asıl konumuza geçmeden önce Hürriyet ve Zaman gazetelerinin ellerindeki "hazine" değerindeki bu bilgileri niçin çekmecede beklettikleri hakkında da iki çift söz edelim: Zaman'dan yapılan açıklamadan da anlaşıldığı gibi, "Kılınç Paşa'nın ilginç fikirleri" diye özetleyebileceğimiz bu "hazine"nin üzerine gazeteler hemen atlamamış... Tamam, "Kılınç Paşa"nın toplantılardan birinde dinleyiciler arasında iki basın mensubunun varlığından haberdar olup "Burada söylenenleri yazarsınız sonra fena olur!" şeklinde bir tehdit savurması doğru. Ama söz konusu gazetelerin bu tehdit karşısında gerilemeleri ne derece doğru? Çünkü söylediğimiz gibi, şöyle böyle değil, bir "hazine" ile karşı karşıyayız. Bu çerçevede ayrıca şu soru: Zaman gazetesinin ellindeki bilgileri yayımlamak için Hürriyet'in yayınını beklemesini diyelim ki (aslında anlamıyoruz ama!) anlıyoruz. Peki ya Hürriyet? Çekmecedeki haberi gün ışığına çıkartmak için o neyi bekliyordu? (Yanlış anlaşılmasın, sonuç söylediğimiz gibi tabii ki "çok hayırlı".) Hürriyet'in "hazine" çekmecede dururken günlerce sabredebilmesi doğrusu hiç değilse biraz esrarengiz değil mi?

Her neyse, biz gelelim yazının başlığında adını andığımız Milliyet'ten Fikret Bila'ya. Herşeyden önce şu tespit: Her gün şu kadar gazete okuyoruz, "Kılınç Paşa"nın birbirinden farklı pek çok çevrede hoş anlar geçirilmesine neden olan açıklamalarını Bila'nın "Orgeneral Kılınç'ın ziyareti" başlıklı yazısına gelinceye kadar hiçbir köşeyazarı mazur göstermeye, savunmaya cesaret edememişti! Dolayısıyla böylece "Türk medyası"nda bu şeref de Bila'ya düşmüş bulunuyor... Hemen söyleyelim ki, barındırdığı akıl yürütme ya da temellendirme tarzı açısından gerçekten inanılmaz bir yazı.. Bu zamanda böyle bir yazıyla karşılaşabilmek okurlar açısından büyük ama çok büyük bir şans...

Fikret Bila, "Kılınç Paşa"nın imdadına yetişmeye çalışırken asıl olarak şu "delile" sarılmış: MGK Genel Sekreterliği, Başbakan'a bağlıdır ve dolayısıyla "Kılınç Paşa"nın Avrupa'da gerçekleştirdiği malum faaliyetler Başbakan'ı da bağlar: "MGK Genel Sekreteri Org. Tuncer Kılınç'ın son Avrupa seyahati de Başbakan'ın 'olur'uyla yapılmıştır. Başbakan'ın imza attığı bu olur, Org. Kılınç'ın ziyaret programının yanı sıra yapacağı temaslar ve faaliyetler hakkında da bilgi içermektedir."(!)

Yani Bila, "Niye bozuluyorsunuz, Kılınç Paşa her faaliyetini ve tabii konuşmasını Başbakan'ın bilgisi dahilinde yapıyor!" demeye getiriyor. Çok inandırıcı bir akıl yürütme doğrusu... "Durum böyle iken Başbakan'ın Org. Kılınç'ı MGK'ya şikayet etmesi düşünülemeyeceği gibi, 'bu görevi Org. Kılınç'a kim verdi, MGK mı verdi, hangi yetki ile bu seyahati yapıyor' gibi soruları gündeme getirmek de abesle iştigaldir."(!)

Yani bu kadar olur... Bila'nın kendisini biraz daha gaza getirse, "Kılınç Paşa'nın Darphane'nin tam gaz çalıştırılması yönündeki önerisi de başbakan'ın bilgisi dahilindedir" demesi işten değil.

Dikkat ettik, Bila yazısının sonuna doğru "Kılınç Paşa"nın ortaya koyduğu düşüncelerden birkaç cümleyi öne çıkararak "günah keçisi"ne çevrilmesini "kasıtlı bir davranış" olarak nitelemeyi de ihmal etmiyor. Yazının bu bölümündeki temellendirme tarzı da özetle şöyle işliyor: "Türkiye'nin Batılılaşma süreci içinde reformların gerçekleşmesine en fazla katkıda bulunmuş kurum TSK'dır", Org. Kılınç da TSK'nın bir üyesidir, dolayısıyla "Kılınç Paşa"nın AB karşıtı filan olması söz konusu olamaz!

Ah ne zordur, kimbilir ne zordur... Bir köşeyazarının kamuoyunda büyük bir şaşkınlık ve aynı zamanda "neşe"ye neden olan bazı açıklamaları rasyonalize etmeye çalışması kimbilir ne zor bir iş ya da görevdir... Ama bakıyoruz da, Bila her zaman olduğu gibi bu işte de çok başarılı ve rahat! Kocaman bir "aferin"le ödüllendirilmiştir artık herhalde....

Başka ne diyelim? İnanın insan ne diyeceğini bilemiyor.... (K.B.)

'Vatan için ölmek' de nereden çıktı şimdi?

Kronik Medya okurları, Adalet ve Kalkınma Partisi'ne karşı "muhalefet" etmeyi reddeden, onu "işgalci" saydığı için bu partiye karşı mücadelenin yegâne yolunun "savaş" olduğunu düşünen bir kesimin varlığını burada zaman zaman vurguladığımızı hatırlayacaktır.

Son tahlilde "biz"den olana karşı yürütüldüğü için, muhalefetin, kendisine muhalefet edileni "meşrulaştırıcı" bir tarafınını da olduğunu; oysa "düşman"a ve onun işgaline karşı ancak onu yok etmeye yönelik bir mücadele yürütülebileceğini falan defalarca dile getirdik... 3 Kasım seçimlerinin ardından Cumhuriyet gazetesinin izlediği yayın politikasının ancak bu çerçevede değerlendirildiğinde anlaşılır olacağını da sık sık yazdık; son haftalarda bu kervana Star gazetesi de katılmış görünüyor...

Bu ruh halinin gayet berrak bir biçimde dışa vurulduğu bir yazıdan söz edeceğiz bugün: Prof. Dr. Çetin Yetkin'in "Ölmek Yeğdir Ama" başlıklı yazısı... Yetkin'in "Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk" dergisinin son sayısında yer alan yazısının bir bölümü Cumhuriyet'ten (2 Mayıs) Deniz Som tarafından alıntılandı... Som'un, "Son adım" başlığıyla aktardığı yazının bir bölümü şöyle:

"İçimizden yıkılma sürecini yaşıyoruz, belirgin bir karşı koyma, direniş göstermeden! Açıkça işgale, istilaya bile gerek kalmadan! (...) Cumhuriyetimizin temel ilkelerinden ve felsefelerinden geriye ne kalmış bulunuyor? AKP'nin iktidar ve Recep Tayyip Erdoğan'ın başbakan olduğu, TBMM'de tarikatların kol gezdiği bir ülke ne ölçüde Atatürk'ün Türkiye'sidir?

"Atatürk devrimi ve ilkeleri üzerine kurulu Türkiye Cumhuriyeti Devleti, gözümün önünde günden güne eriyip gittiği için, yaşam bana güç geliyor! (...) Ülkemizin içine sürüklenmekte olduğu yıkım sizi kaygılandırıyorsa, karamsarlığa itiyorsa, bugünleri görmeseydim de ölseydim diyorsanız, siz bir yurtsever insansınız... Yurdumuzun geleceğinden kaygılandığımız için yaşama asıl şimdi ve tutkuyla sarılmanın zamanıdır. Yaşamdaki son adımımız da vatan uğruna ölmek olsun"

Yazının son cümlesinden de anlamış olduğunuz gibi, Som'un, Yetkin'in yazısını takdim ederken kullandığı "Son adım" başlığı "Vatan için ölmek" anlamına geliyor... Yani şöyle: 80 yıllık cumhuriyet, 40 küsur yıllık demokrasi deneyimi olan bir "Avrupa" ülkesinde kendisine "ilerici" diyen bir bilim adamı seçimlerle gelen bir siyasi partiyi yok etmek için ülke insanlarını "ölmeye" çağırıyor... Ve bunu, partinin "icraatını" değil "kimliğini" öne sürerek yapıyor. Gene "ilerici" bir gazeteci bu çağrıyı desteklediğini açıkça söyleyerek yazıyı sayfasına taşıyor...

Ürkütücü bir ruh hali... Ve tehlikeli... Eli kalem tutan "ilerici"ler böyle hissediyorsa, başka "ilerici"lerin nasıl hissettiğini varın siz düşünün... (A.G.)


4 Mayıs 2003
Pazar
 
YÖNETENLER: Kürşat Bumin
Alper Görmüş


Künye
Temsilcilikler
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED