|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
çileden çıktı! Akşam gazetesi Ankara temsilcisi Nuray Başaran'ın Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Tuncer Kılınç'la yaptığı söyleşisinin "yumuşak" tepkilerle karşılanması, gerilim yaratmaması üzerine sinirlendiği anlaşılıyor…Başaran bunun üzerine, ertesi gün "Devlet için, Türk devlet ve siyaset hayatında yeni usullerin bir başlangıcı olan" söyleşisinin önemini anlatmaya karar verdi ve...
Akşam Ankara temsilcisi Nuray Başaran'ın MGK Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç'la yaptığı söyleşi, 11 Mayıs Pazar günkü Akşam'da manşetten yayımlandı… Röportajın fazla bir etki yaratmamasının Başaran'ı kızdırdığı anlaşılıyor. Yazarın, "Nuray Başaran cümleleri"yle aktardığı tepkisine geçmeden önce, 11 Mayıs Pazar günü Akşam gazetesinde manşetten yayımlanan söyleşiye kısa bir göz atalım… Kılınç'ın, Başaran'ın "gündemi sarsacak sözler" diye sunduğu sözlerinin en önemlileri şunlar: "Satılmış kalemlerin yegâne arzusu TSK'yı yıpratmaya çalışmaktır. .. Bazı medya kuruluşları yönetime yaranıp ticari beklentilerini gerçekleştirme çabasındadır… Maalesef Dışişleri'nden birileri de bu amaca hizmet edip ticaret-siyaset ilişkisinin bir sonucu olarak bir gazeteciye malzeme temin etmiştir… Bu kasıtlı hizmetin gayesi 23 Nisan'da gösterilen tepkinin önemini ve anlamını azaltmak, genelgelerle içine düşülen garip durumu örtbas etmekti. Resepsiyon tepkimizin esası da bu genelgelerdi. Herkes dersini almıştır…" Org. Kılınç, söyleşide, daha once kendisiyle ilgili olarak çıkan haberleri yalanlamıyor; yazılanları, Brüksel'deki toplantıda söylediğini yineliyor… Ama, bunların haberleştirilmesini "kasıtlı" buluyor… Başka bir ilginç nokta şu: Org. Kılınç, gerek Avrupa Birliği gerek "para basma" konularında söylediklerinin "şahsî görüşü" olduğunu belirtiyor ama bu konudaki haberlerin "TSK'yı hedeflediğini" savunuyor…
BAŞARAN ÇOK ÖFKELENMİŞ…
Adettendir; gazeteler büyük haber yakaladıklarına inandıklarında, ertesi gün mutlaka habere gelen tepkileri de haberleştirirler… Aynı çabayı ertesi günkü (12 Mayıs) Akşam'da da görüyoruz… Gazete belli ki memnun değil tepkilerden… Birinci sayfada "Üstümüze alınmadık" başlığını kullanan Akşam, AK Partililerin "Üstümüze alınmayız. Biz de yobazlara karşıyız" ve "TSK'yi yıpratan hiçbir hareketin içinde olmayacağız" gibi değerlendirmelerini öne çıkarmış. Fakat asıl tepki, söyleşinin sahibi Nuray Başaran'dan geliyor… Başaran hiç mütevazı değil… "Bildiri gibi röportaj" başlığını taşıyan yazısında, bu "bildiri"nin ağırlığını algılayamayanlara verip veriştiriyor. Başaran'ın yazısının ilk paragrafı: "MGK Genel Sekreteri Sayın Tuncer Kılınç ile dün yayınlanan röportajımız aslında,Türkiye'yi 5 Mayıs 2003 tarihli Genelkurmay bildirisine mahkum etmeyen bir algılama oldu. TSK tarihinde ilk kez bir MGK Genel Sekreteri böylesine derin ve kesin kurmay zihniyeti, bir röportaj kalıbına dökmüş oluyordu. 23 Nisan krizinden itibaren 28 Şubat sürecine benzer bir seri bildiri beklenirken; daha demokratik ve belki daha yumuşak bir duruş gösteriliyordu." Meali: "Org. Kılınç, 28 Şubatvari bir seri bildiri yerine 'demokratik basın' üzerinden görüş açıklamayı tercih etmiş bulunuyor. Bu, nimettir..." BU ÜLKE KIYMET BİLMEZ! Fakat gelin görün ki, bu ülkede, böyle bir "bildiri-röportaj"ın dahi kıymeti bilinmemekte, görmezlikten gelinmektedir: "AK Parti hükümetinin bir seri bildiri ile muhatap kalacağı beklenirken, bunca resim enstantanelenirken (...) bizim aracılığımızla Türk halkına duyurulmak istenen ya da belki de Türk halkıyla paylaşılmak istenen, özgün ve hatta kurumsal değerlendirmeler, dış dünyaya karşı bir salvo-savunma olarak dünkü röportajımızla yerini bulmuş" iken "Bildirinin hükümet tarafından yeterince algılandığına dair şüpheler" vardı... Akşam'ın Ankara temsilcisi hızını alamıyor, algı sorunu olanlara, röportaj-bildirinin önemini bir kez daha haykırıyor: "Devlet için, Türk devlet ve siyaset hayatında yeni usullerin bir başlangıcı olan bizim röportajımızın miladı 23 Nisan'dı." BU AYMAZLIK SÜRERSE?
Peki, bu "aymazlık" aynen böyle sürerse, "Türban zıtlaşması gibi sembolik ve segmenter basitliğe indirilmeyecek olan bu gerilim, sorunu zamana yayarak basitleştirilmek istenebilir"se ne olmak ihtimali vardı? Başaran onu da söylüyor: "Tabanı karşısında zorlanan iktidar, şimdi bir samimiyet sınavından geçmektedir. Devletin omurgasını oluşturan güçler ise, AK Parti kadrolarının tövbelerinden nem kapıyor olmalı ki Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarını 'Estağfurullah yokuşu' na zorluyorlar..." Aşağıda okuyacağınız şu satırlar da aynı yazarın "Yılbaşı resepsiyonu"ndan (8 Ocak 2003) sonra yazdığı bir yazıdan: "(Resepsiyonda) Siyasi iktidar ile devlet iktidarı farklılığının uyarısı yapılmıştır. (...) Zira siyasal sistem, sadece iktidar olabilmenin bir bölümüdür. Türkiye rejimi; Cumhurbaşkanı, ordusu, bürokrasisi, basını ve iş çevreleri ile farklı iktidar kompartımanlarına sahiptir. Kompartımanlar arası bağlantıyı iyi kurabilen siyasal iktidarlar başarılı olma şansına sahiptir. Birileri sadece kendilerini lokomotif sayma hayaline kapılmamalıdır..." Eh, dört ay içinde oralardan buralara gelmek zor değil! (A.G.) 'Neredesiniz albayım, beni siz teslim alın...' Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan, 6 Mayıs 1972'de idam edildiler. Dolayısıyla geçen hafta pekçok yerde düzenlenen törenlerde anıldılar. Geçenlerde Cumhuriyet'ten Ali Sirmen'in bir yazısı dolayısıyla Kronik Medya'da da söz ettiğimiz gibi, bu idamlar tamamen o günlerin siyasi hesaplarının bir sonucuydu; birer büyük "adli hata"ydı. Bir kez daha hatırlatmıştık: TBMM'nin idam kararlarını onaylaması için en çok gayret sarfeden üyesi de Süleyman Demirel'di. Mehmet Ali Aybar'ın Meclis'i bu kararından vazgeçirmek için yaptığı mücadele Demirel ve arkadaşlarının "azmi" karşısında çaresiz kalmıştı....
Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının bu yıldönümünde de hatırlanmasına gazeteler içinde en geniş yeri Cumhuriyet ayırdı. Turhan Feyizoğlu'nun hazırladığı "Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının öyküsü" başlıklı yazı dizisi bir hafta boyunca gazetede yer aldı. Bu yazı dizisinin yanında bazı günler farklı imzalı çerçeve yazılar da okuduk. Mesela "68'liler Birliği Vakfı"nın "Yeni bir kurtuluş savaşı zamanı"(!) başlıklı yazısı gibi... Önünüzdeki yazının başlığını da ("Nerdesiniz albayım, beni siz teslim alın...") Feyizoğlu'nun yazı dizisinden aldık... "Nerdesiniz albayım, beni siz teslim alın..." sözleri Deniz Gezmiş'e ait, 16 Mart 1972'de Kayseri'de teslim olurken Kayseri İl Jandarma Alay Komutanı Albay Görün'e böyle seslenmiş. Cumhuriyet'in Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını sayfalarında bu derece geniş yer ayırarak anmasına diyecek bir sözümüz tabii ki olamaz. Olamaz, çünkü Cumhuriyet çalışanları ve Cumhuriyet okurlarının Demirel'in hâlâ "Pişman değilim!" dediği bu "adli hata" karşısındaki haklı duyarlılıkları olsa olsa ancak alkışlanabilir. Ama maalesef ortada bir problem de var. Şöyle ki: Cumhuriyet'in Deniz Gezmiş ve arkadaşlarına ilişkin yaptığı yayının okurlara ne tür bir mesaj vermek istediği açık değil. Hatta bu tavırın epeyce "karanlık" olduğunu da söyleyebiliriz. İsterseniz işlerin karışmaması için bir kez daha hatırlatalım: Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamının bu ülkenin "adalet tarihi" içinde bir "yüz karası" olması başka, çok genç yaşlarında hayata veda eden bu insanların "politik çizgileri"nin bugün "karanlık" bir dille sunulmaya çalışılması bambaşka bir şeydir... Cumhuriyet'in bu yayını hiç, ama hiç açık değil. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edilmelerini bir kez daha hatırlayarak yakın tarihimizin bir büyük adaletsizliği üzerine mi düşüneceğiz, yoksa onların "politik çizgileri"nin bugün için de anlamlı bir politika olduğu sonucuna mı varacağız? Yani sözün kısası, Cumhuriyet gazetesi bu yayınıyla –bize göre- hayırlı bir iş yapmıyor. Gazetenin asker-gençlik dayanışması üzerine kurulu ve hiç mi hiç demokratik olmayan bir "politik çizgi"yi (üstü kapalı da olsa) bugün karşımıza bir "kurtuluş reçetesi" olarak getirmeye çalışması inanılır bir şey değil. Üzerinden epeyce yıl geçtiği için unutulmuş olabilir. Türkiye'de 68'de başlayan ve birkaç yıl içinde öğrenci kesimi içinde hızla gelişen bu "politik çizgi", hareketin içindeki gençlerin niyetleri ne olursa olsun demokratik bir mücadele değildi. Dolayısıyla o zaman için bile bir çare olmayan bu çizginin, 2003 Türkiyesi'nde çok daha eleştirel bir bakışla aktarılması gerekmez mi? Ayrıca o günden bugüne bu konuda çok şey yazıldı çizildi. Yani Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının da içinde olduğu bu politik çizginin ne derece "uygunsuz" bir "politika" olduğu artık bilinmiyor da değil. O zaman Cumhuriyet'in bu inadının nedeni ne? Ne yani, bu yayını izleyen genç Cumhuriyet okurları Deniz Gezmiş'i politik çizgisi açısından da mı sevsinler, beğensinler ve onaylasınlar mı isteniyor? Cumhuriyet'in eski genel yayın yönetmenlerinden, Milliyet yazarı Hasan Cemal, o dönem kendisinin de içinde olduğu bu "politik cizgi"nin hikayesini anlattığı "Kimse kızmasın, kendimi yazdım" adlı kitabında bakın ne diyor: "Onun için mi Deniz Gezmiş'in banka soymadığı yalanını bile bile Devrim'in manşetine çektiniz? Şu hale bak. 26 Ocak 1971. 12 Mart Muhturası'na iki aydan az bir zaman kalmış. Devrim'in manşeti: 'Devrimci avı değil, yanlışlıklar komedisi... Deniz Gezmiş 'Soygunla ilgim yok' dedi." İsterseniz aynı kitaptan Deniz Gezmiş'in yine Devrim'de yayımlanmış şu açıklamasını da aktarıp, öyle karar verelim: "Tutucular koalisyonu, tertiplerinde gençliği Ordu'nun karşısına düşürmek hedefine ulaşamadıkları gibi, devrimci gençlik eylemi, Mustafa Kemalci zinde güçler saflarını birbirine kenetlemiştir. Öğrenci olarak devrimci mücadeleye katılmak, Mustafa Kemal'in bize yüklediği bir görevdir." Görüyorsunuz, "politik çizgi" neden ibaret... O yıllar tabii ki "karanlık" yıllar.... O yıllar tabii ki gençlerin adaletsizliğe karşı isyanlarının bir takım "ağabeyler" tarafından demokrasi karşıtı emelleri için kullanıldığı yıllar... Ortada "politik bir mücadele"nin olduğu filan yok... "Ağabeyler" ilerici askerî darbe peşinde o kadar... Ne kadar yazık ki, diğer pekçokları gibi Deniz Gezmiş ve arkadaşları da, taşıdıkları pekçok kişisel olumlu özelliğin etkisiyle bu "karanlık" dönemin önde gelen kurbanları haline getirilip kısacık hayatlarını idam sehpasında teslim ettiler.... Ama dikkat edin, "ağabeyler" eğer ecelleriyle ölmemişlerse, halen hayattalar.... Neler oluyor; Cumhuriyet yoksa yine niyeti bozdu mu? (K.B.)
Sabah'tan bir yenilik daha:
Ünlü karikatürist Bedri Koraman okuyucuyla tekrar buluştu. Bundan böyle her hafta Pazar Sabah'a başsayfa çizecek. Bedri Koraman'ı tanıtmaya gerek yok sanırız... Çizgileriyle Milliyet'te uzun, hem de çok uzun yıllar karşılaştık. Koraman, Sabah'tan Aynur Erdem'e verdiği mülakatta da hatırlatıldığı gibi, hiç değilse otuz yıldır "siyasi karikatür" de çizen bir sanatçı. Hatırlıyorsunuzdur; özellikle seçim öncesinde ya da parti kongrelerinde Ankara'yı o da ziyaret eder izlenimlerini aktarırdı. Ama herhalde Koraman uzun yıllar asıl olarak, kendisinin "mizahi öyküler"/ "magazinel konular" diye adlandırdığı alanda bilinen, sevilen ve seyredilip-okunan bir çizer oldu. Bu "konular"ın baş kahramanlarını da hatırlıyorsunuzdur mutlaka; "yuvarlak hatlı" yarı çıplak kadınlar, "şişko" patronlar, "cadaloz" eşler vs. Koraman'ın okurlarına sunduğu resimler hiç kuşkusuz "eski Türkiye"den küçük bir kesimin hayatını yansıtıyordu. Zengin, şişko ama zampara patronlar, mini etekleriyle ortada dolaşan ve hediyelere boğulan "çıtı pıtı" sekreterler, kocasını rahat bırakmayan çirkin ve huysuz eşler... Yani özet olarak, ülkenin kolay yoldan köşeyi dönmüş, zevkine çok düşkün "komprador burjuvazisi"nin hayatından bir kesit! Bunları hatırlatıyoruz, çünkü haftasonu Sabah'ta karşımıza gelen çizgiler bu yüzyılda yine aynı hikayeyi anlatıyordu... Koraman, 11 Mayıs tarihli Pazar Sabah'ın başsayfasanı yine bu eski hikayelerden birisinin resmedilmesine ayırmış. Başsayfanın konusu şu: "Kadınların kâbusu: BAŞKA KADIN üstüne aykırı düşünceler"(!) Hikayenin tamamı aşağı yukarı anlaşılmıştır herhalde: kendine genç ve güzel bir sevgili bulmuş yine o malum "şişko ve zengin" patron; "Başka kadın"ı aklına hayaline getirmeden işini gücünü yapan yine o malum evdeki kadın, ortalıkta dolaşan malum güzeller, vesaire... Koraman –yine her zamanki gibi- işin "felsefesi"ni de özetliyor: İnsanoğlu "tek eşli" yaşamayamaz ve O "Başka kadın"lar olmasa hayat herkes için zindan olur! Doğrusunu söylemek gerekirse, çizgilerle ve baloncuklar içindeki yazılarla tasvir edilmeye çalışılan hayat gerçekten çok mu çok "eski" bir hayat... Tamam, otuz yıl önce belki bazı okurların ilgisini çekiyordu; ama bugün için gerçekten bir facia! Belli ki bu hikayelerin de eskiyebileceği (ve çoktan eskidiği) Koraman'ın aklına gelmemiş... Öyle kadın çizgileri ("çirkin eşler" tabii) ile karşılaşıyoruz ki, bu zamanda buna cesaret etmek anlaşılır gibi değil! İşin ilginç yanı Koraman'ın Sabah'a verdiği mülakatta şu satırları da okuyoruz: "Biz erkek egemen bir toplumuz ve kadınlara karşı oldukça saygısız davranıyoruz. Kadınları çok seviyorum, o yüzden en feminist kadından bile bazen çok daha feminist olabiliyorum."(!) (Dileriz bu resimler ve bu açıklama "feminist yazarlar"ın eline geçmez!) İki çift söz de Sabah'a: Şimdi siz, yenilenen bir gazete olarak, Koraman'ın elinde tepsiyle patron tarafından kovalanan yarı çıplak kızlarıyla okurlara hangi mesajı vermek istiyorsunuz?! İnsan herşeyden önce takvime bakmaz mı? Bakın, 11 Mayıs 2003'ü gösteriyor! Herhalde en iyisi, Koraman'ın süratle "siyasi karikatürlerine" dönmesidir... (K.B.)
Kızım sana söylüyorum, kızım sen anla!
"TÜRKİYE SAVAŞI KAYBEDİYOR... Cepheler birer birer elden gidiyor... Türbanı dayattılar... Devlet kadrolarına kendi yandaşlarını doldurdular... İmam Hatipler'in önünü açmak için çalışma başlattılar... Şimdi de Cuma'yı tatil yapmak için yasa hazırladılar... AKP iktidarı sistemle istediği gibi oynuyor... Kendi ilkeleri, idealleri doğrultusunda adım adım mesafe alıyor... Bütün bunları da fütursuzca yapıyor!.. Ve en acısı; CHP ile Cumhurbaşkanı dışında kimse iktidara 'Dur!' demiyor... Türk Silahlı Kuvvetleri bile beklenen tepkiyi göstermiyor..."
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |