|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Toros Dağları'nın üzerinde Nerebucağı isminde güzel bir köy vardır. En yakın kasabaya 20-25 Km. mesafededir. Yollar iyi olmadığı için, oraya ancak 4-5 saatte gidilebilir. Burada Göde Bekir lakâblı bir vatandaşımız yaşamaktaydı. Bekir'in soyadı Göde değildi amma gençliğinden beri karnında bir şişlik olduğu için ona Göde lakâbını takmışlardı. Göde Bekir'in bir şikâyeti vardı. Karnı sık sık şişmekteydi. Bunun, doğumundaki bir anormallikten mi, yoksa bir hastalıktan mı ileri geldiğini kimse bilememekteydi. Çeşitli zamanlarda kasaba doktoruna gitmiş, doktorlar, karnındaki şişliğin gazdan ileri geldiği teşhisini koymuşlar, muhtelif ilaçlar vermişler, fakat hiçbir çare bulamamışlardı. Askerlik çağına geldiği zaman, hükümet tabibi bu hastalığı sebebiyle Göde Bekir'i vilâyetteki tam teşekküllü hastaneye sevketmişti. Hastane bu hastalığa bir teşhis koyamadığı halde, onu askerlikten muaf tutacak rapor vermişti. Bekir bu hastalığından çok rahatsızdı. Evinden pek dışarı çıkmamakta ve insanların kalabalık bulunduğu yerlere gitmemeye gayret sarfetmekteydi. Hastalığının verdiği belli bir sıkıntı olmasa da, insanların kendisine rastladıklarında, "Geçmiş olsun" veya "Nasılsın?" demelerine çok üzülmekteydi. Bu duygu içinde o kadar yer etmişti ki, sanki herkes işini gücünü bırakmış, onun karnındaki şişliğe bakmaktaydı. Göde Bekir'in bu hâli bütün köy halkının yanısıra, oraya gelip giden kasabalıları da çok üzmekteydi. Köyün muhtarı onun için ne yapabilecekleri konusunda köyün ileri gelenleri ile konuştuktan sonra, aralarında biraz para toplayarak Bekir'i, tedavisi için Ankara'da bir hastaneye göndermeye karar verdiler. Ankara'daki hemşehrileri milletvekilinin de bu konuda kendilerine yardımcı olacağını düşündüler. Nitekim, muhtar teşebbüse geçti, köylüler ve kasabadaki tanıdıklar aralarında gerekli parayı topladılar ve Bekir'i trenle Ankara'ya yolladılar. Hakikaten Ankara'daki milletvekili olan hemşehrisi Bekir'i karşılamış, hastaneye yatırmış ve tanınmış profesörlere rica ederek, onun muayene ve tedavisi için gereken her türlü tedbiri aldırmıştı. Aradan birkaç ay geçmişti; köylüleri Bekir'den haber beklemekteydiler. Ankara'daki doktorlar hastalığı teşhis etmişlerdi; Bekir'in hastalığı siroz'du, tedavisi mümkün değildi ve ancak birkaç yıl ömrü kalmıştı. Doktorlar, hemşehrisi milletvekili ile istişareden sonra, Bekir'e durumu açık açık anlatmaya karar verdiler. Milletvekili için böyle bir haberi söylemek çok zordu. Ancak doktorlar, yapılacak en iyi şeyin, hastalığı bütün çıplaklığıyla anlatmak olduğu konusunda kendisini ikna ettiler. Hep birlikte Bekir'in odasına girdiler ve baştabip hastalığı anlatmaya başladı: -Hemşehrim senin hastalığın sirozdur. Bu hastalık karaciğerin iyi çalışmamasından ileri gelir. Karaciğerin iyi çalışmadığı için, karnında su toplanır. Vücudun zaman zaman bu suyu dışarı atar. Zaman zaman da bu suyun, doktorlar tarafından alınması gerekir. Bu hastalığın maalesef ilacı ve tedavisi yoktur. Bekir bunu duyunca adeta yıkılmıştı. Bir süre sessizlik oldu. Sonra doktor konuşmaya devam etti: - Sen artık köyüne dön. Biz senin için mektup yazacağız. Arada bir kasabadaki hastaneye gidip, karnındaki suyu aldıracaksın... Verdiğimiz ilaçları almaya devam edersin... Allah'tan ümit kesilmez... Bekir bunları dinlerken adeta ölüp ölüp diriliyordu. Yüzü sararmış, kararmış, adeta dünyası yıkılmıştı. Hastalığının ciddi olduğunu anlamıştı ama bunun ne menem bir şey olduğunu tam olarak kavrayamamıştı. Milletvekili hemşehrisine döndü; -Beyim hastalığıma siroz mu, çiroz mu bir şey diyorlar.. Allah aşkına bu ne biçim bir derttir? Milletvekili söyleyecek bir söz bulamadı, ağzından birkaç cümle döküldü: -Siroz...Yani Atatürk'ün hastalığı... Biliyorsun, Atatürk de bu hastalığa yakalanmıştı... Bu hastalıktan öldü. Bekir'in yüzü birdenbire değişti. Sararması, kararması bitti... Kimse ne olduğunu anlayamamıştı. Bekir'in iç dünyasında bir fırtına esmeye başlamıştı. Orada bulunanlar, Bekir'in iç dünyasında olan bitenin farkında değillerdi. Evet.. Bu bir fırtınaydı: Bekir Atatürk'le aynı hastalığa yakalanmıştı. Bu onun için hem teselli hem de gurur vesilesiydi. Bekir'i hastaneden taburcu edip, trene bindirdiler. Hemşehrileri onu karşıladılar, kurbanlar kestiler. Bekir'in karnı hâlâ şişti ve göde'liği de devam ediyordu. Fakat herkes hayret ediyordu. Sanki Bekir tamamen iyileşmişti. Bekir ziyaretine gelenlere, Ankara'da neler olduğunu uzun uzun anlatıyor, doktorların kendisine söylediklerini saklamıyordu. Hastalığının tedavisi olmadığını, birkaç yıl ömrü kaldığını, arasıra hastaneye giderek, karnında biriken suları aldıracağını anlatıyor, sonra devam ediyordu; yakalandığı SİROZ hastalığı Atatürk'ün de hastalığıydı. Göde Bekir'in hâlinden şikâyeti yoktu. Eskiden insanlardan kaçarken, şimdi istiyordu ki, dünyadaki bütün insanlar biraraya toplansınlar, onun karnındaki şişliği görsünler ve ona sorsunlar: -Hemşehrim bu karnındaki şiş ne? O da, gerine gerine cevap versin: -Karnımdaki bu şişlik siroz... Atatürk de bu hastalıktan rahmetli olmuştu... Göde Bekir daha kaç yıl yaşadı bilmiyoruz. O, köyünün mezarlığında gömülüdür. Mümkün olsa da bu gün ona "Mezar taşına ne yazalım?" diye sorsalar, eminim ki şunu diyecekti: -Bu fani Atatürk'le aynı hastalıktan öldü... İkisinin de ruhuna Fatiha...... (*) Not: Bu gün 19 Mayıs. Atatürk'ün Samsun'a çıkışının 84. yıldönümü. Bu yıldönümü vesilesiyle, Göde Bekir'in evvelce bir yazımda naklettiğim bu olayını tekrarlıyorum.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Röportaj | Karikatür | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |