AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

Y A Z A R L A R
Çağı anlamadan İslâm'ı, Hz. Peygamber'in "kişisel tarihi"ni anlamadan da çağı anlayamayız-(2)

Müslüman toplumların kangrene dönüşen ana/kronik sorunlarla boğuşmalarının ve bu sorunların nereden kaynaklandığını anlayamamalarının birbiriyle irtibatlı iki yakıcı nedeni var: Birincisi çağı, çağın sorunlarını, bu sorunların dayandığı, neşet ettiği temel kök-paradigmaları; ikincisi de İslâm'ı, İslâm'ın nasıl bir insan, doğa / eşyâ, kozmik dünya ve Yaratıcı tasavvuru sunduğunu tam olarak anlayamamalarıdır.

O yüzden ben bu durumu, çift yönlü temassızlık olarak adlandırıyorum: İslâm'la da, hâkim Batı kültürüyle de ilişkilerimiz simülatif yani sığ, yüzeysel, sahte, sanal; tek kelimeyle marazî: Bu nedenledir ki, her attığımız adım bizi yepyeni arızalarla karşı karşıya bırakıyor, yepyeni taarruzlara maruz kılıyor; her yaptığımız iş, kısa devre yapıyor ve dolayısıyla sonuçta bizi devre dışı bırakıyor, baş aşağı yuvarlıyor, başıboşluğa sürüklüyor; "tarihte tatile çıkartıyor" ve komik duruma düşürüyor.

"Zihinsizleştirilmiş bir zihin"e sahip olduğumuzun, zihnimizin "tabula rasa"yı, boş bir kutu'yu andırdığının, dolayısıyla İslâm'ı da, hâkim kültürü de tam olarak kavrayamadığımızın farkında bile değiliz Bu nedenle sonuçta ortaya çıkan şey, müslümanlığın veya batının / batı kültürünün karikatürü oluyor. O yüzden Cevizkabuğu programında konuşan Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanının, Kemalizmi "dünyanın çağdaşlaşmasının tek yolu" olarak görmesi ve "komünizm bitti; kapitalizm de bitecek. Artık dünya, Kemalizm'e muhtaç. Amerika bile Kemalist olacak" derken ne kadar komikleştiğini görememesi, sığlığımızın boyutlarının nerelerde gezindiğini göstermesi açısından oldukça düşündürücü ama hiç de şaşırtıcı değil.

Hâl-i pür melâlimiz böyle olunca, Arnold Toynbee'nin Türkleri, "mahvolmuş toplum" olarak tanımlamasına da şaşırmamak gerekiyor. (Toynbee'nin, bu konudaki tespitlerini ve "uyuyan dev" olarak tanımladığı İslâm'ın neden ve nasıl dünyanın geleceğinin şekillenmesinde kilit rol oynayabileceğini düşündüğünü ve niçin "bir gün İslâm'ı, Batılılar olarak dünyayı içine sürüklediğimiz felâketten kurtarmak için yeniden göreve çağırmak zorunda kalabiliriz. Ama o zaman bu, bizim de [Batı uygarlığının] sonumuz olur" dediğini daha sonra ayrıntılı olarak tartışacağım.)

Yaklaşık iki asırdan bu yana tüm dünyada Batı kültürünün hâkim olduğu, Batılı kodların, kavramların, anlam haritalarının bir virüs gibi hayatımızın her alanına nüfûz ettiği bir zaman diliminde yaşıyoruz. Bu durum, insanlık tarihinin başka bir döneminde yaşanmamış ve son derece tehlikeli bir durumdur. Toynbee'den Baudrillard'a kadar pek çok batılı düşünürün bile yeryüzünde tek bir kültürün hâkim kılınmaya çalışılmasının eşi görülmemiş bir şiddet ve terör olayı olarak gördüklerini hatırlatmak isterim. Yani biz kabul etsek de etmesek de hepimiz şu ya da bu şekilde Batılıyız: Batılı gibi giyiniyor, Batılı gibi düşünüyor, Batılı gibi tüketiyor, Batılı gibi yaşıyoruz. Bu durum, Batı kültürünün dışındaki dinlerin ve kültürlerin yok sayılması ve zamanla yok edilmesi anlamına geliyor. Bugün insanlığın önündeki en büyük tehdit ve tehlike budur.

Oysa bu vaziyetin sonsuza dek böyle devam etmesi mümkün değil.

Müslüman toplumlarda hâkim olan şöyle bir inanç var: İslâm'dan uzaklaştığımız için müslümanlar "tarihte tatile çıktılar" ve tarih sahnesinden çekildiler. Oysa meselenin püf noktası şurada gizli: Müslümanlar İslâm'dan uzaklaştıkları için tarihte tatile çıkmadılar; aksine müslümanlar tarihte tatile çıktıkları için Müslümanlıktan uzaklaştılar.

Şunu söylemek istiyorum: Müslümanlar, üzerlerine gelmekte olan ve dünya coğrafyası üzerindeki pek çok medeniyeti tarih sahnesinden silecek kadar dünyaya hâkim olan Batı uygarlığını ve ürettiği modern / seküler meydan okumayı anlayamadıkları ve kavrayamadıkları için Batı uygarlığının kendilerini de tarihin dışına itecek saldırganlıklarını püskürtebilecek teorik ve pratik hazırlıkları yapamadılar. Dolayısıyla, Batı uygarlığının ürettiği siyâsî, askerî, teknolojik, kültürel ve ekonomik saldırılar karşısında her şeylerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kaldılar, kendilerine olan güvenlerini yitirdiler ve sonuçta kurtuluşu kültür ve medeniyet değiştirmekte (kendilerini inkâr etmekte) buldular; İslâm dünyasında Batı'dan ithal edilen ve teslim bayrağı çekmek demek olan türlü seküler projeleri hayata geçirmeye kalkıştılar. Oysa seküler projeler, müslüman toplumlarda bir yandan eşi görülmemiş yapay ama tehlikeli iç çatışmalar ve sorunlar yarattı; öte yandan da müslüman toplumların kimliklerini, müslümanlıkla ilişkilerini problemleştirdi: "Sahte" batıcılar ve "sahte" müslümanlar zuhur etti.

Batının saldırısının dünyanın diğer coğrafyaları üzerinde yaptığı tahribat çok daha korkunç oldu: Amerika ve Afrika kıtasındaki medeniyetlerin ve kültürlerin kökü kazındı; Asya kıtasındaki kültürler ve medeniyetlerse metamorfoza (başkalaşıma) uğratılarak hadım edildi ve fosilleştirildi. Fakat seküler ve neo-pagan sadırı, her şeye rağmen aynı şeyi müslüman toplumlarda yapmayı başaramadı: Önce müslümanlar seküler Batılıların sömürgecilik saldırılarını püskürttüler; sonra da müslüman toplumlarda İslâm'ın en güçlü siyâsî, kültürel ve entellektüel direniş ve varoluş kaynağı olduğunu dünya âleme ispat ettiler.

Fakat postmodern seküler ve neo-pagan kültürle birlikte bu kez ayartıcı, baştan çıkarıcı ve son derece sinsi bir tehlike dalgası geliyor: Bu kez İslâm'ı, "İslâmcı" siyâsî ve ticârî elitler ve aydınlar eliyle sekülerleştirerek, İslâm'ın siyâsî, toplumsal, kültürel, ekonomik ve entelektüel talepleri olmadığını müslümanlara kabul ettirmeyi amaçlayan, müslüman toplumların müslümanlıkla yeniden-kurmaya başladıkları ilişkiyi içerden sakatlayacak; yani İslâm'ı, protestanlaştırarak kişilerin vicdanlarına hapsedip, hayattan uzaklaştıracak sinsi ve ilk bakışta farkedilmesi zor bir tehlike dalgası bu. "İslâmcı" elitler, aydınlar ve kesimler bu yeni ve tehlikeli projenin farkına varabilmiş değiller henüz.

Bu tehlikeli projeyi ve dalgayı püskürtmenin ve sarsılmaz bir "diriliş ve varoluş ruhu" geliştirmenin yolu, zamanın / çağın ruhunu, açmazlarını kavramak ve hâkim kültürle yüzleşerek hesaplaşmaktan geçiyor. İşte burada Hz. Peygamber'in doğumundan irtihaline kadar geçen 63 yıllık "kişisel tarihi" bize bir anahtar sunuyor. Hz. Peygamber'i ve 63 yıllık kişisel tarihini çağdaşımız, hatta geleceğimiz olarak görebildiğimiz zaman, çağın sorunlarını da, İslâm'ın bu dünyaya neler önerebileceğini de tam olarak kavrayabilmemiz imkân dahiline girecektir. Peki Hz. Peygamber'i ve 63 yıllık kişisel tarihini nasıl çağdaşımız ve geleceğimiz olarak göreceğiz, öyleyse? Bu sorunun cevabını Çarşamba günkü yazıda araştıralım...


19 Mayıs 2003
Pazartesi
 
YUSUF KAPLAN


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Röportaj | Karikatür | Çocuk
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED