|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Cumhuriyet: Lanetli yorum!* Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, Cumhuriyet gazetesinin "Genç subaylar tedirgin" manşeti için "Biraz ağır olacak ama lanetliyorum" dedi. Cumhuriyet ise Özkök'ün sözlerini, çok kaba bir cımbızlamayla "Genç subaylar tanımına dayalı yorumları reddediyorum" şeklinde sundu. Manşet gibi yalanlamayı da kaleme alan Mustafa Balbay, Özkök'ün kendisine yönelttiği gazetecilik eleştirisini de okurlarına iletmedi... En güzeli de şu: Balbay, soru-cevap faslında Özkök'e aynen şöyle demiş: "Bizim şu anda bir tek manşetimiz var: Genç subaylar manşeti lanetlendi denecek..."
Cumhuriyet gazetesinin bütün memleketi "tedirgin" eden 23 Mayıs tarihli manşetiyle ilgili olarak Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök beklenen açıklamasını yaptı. Açıklama, yazılı bir metni aktarma ve sorulara cevap şeklinde iki bölümden oluşuyor. Yeni Şafak "akredite" gazeteler arasında olmadığından, siz dünkü gazetenizde açıklamanın "akredite" meslektaşların aktardığı kadarını okudunuz. Birazdan aktaracağımız ve bütün gazetelerde (Cumhuriyet hariç) aynı olan yazılı metinden yaptığımız alıntıyı epeyce uzun tutmamızın bir nedeni bu. Bir başka neden, bütün gazetelerde yer alan metinle Cumhuriyet'te yer alan metnin karşılaştırılmasından "azami fayda"yı sağlamak... Çünkü göreceksiniz, Cumhuriyet "Genç subaylar tedirgin" manşetini okurlarına ne kadar "bol kepçe" takdim ettiyse, manşetin yalanlanmasını da aynı ölçüde "tasarruflu" bir pratikle takdim ediyor... Okumuşsunuzdur, dünkü Yeni Şafak'ta konuşmayı değerlendiren köşe yazarlarının tamamı, "siyaset üzerindeki asker vesayeti"nin bir kez daha teyit edilmesinden yola çıkarak ortaya çıkan manzaradan memnuniyetsizliklerini dile getirdiler. Bu çerçevede dile getirilen bütün eleştirilere katıldığımızı söylemeye herhalde gerek yok. Fakat doğruya doğru, Özkök'ün, Kronik Medya'nın görev alanı çerçevesinde söyledikleri ve Cumhuriyet gazetesine yönelttiği eleştiri bizce dört dörtlüktü...
GAZETECİLİK DERSİ
İşte Özkök'ün bu çerçevede söyledikleri: "Bir gazetemizde bir haber yer aldı ve süratle gündemi işgal etti. Bunun bir haber kaynağına istinat ettiği aşikâr. Ve bu haber kaynağı kerameti kendinden menkul bir kaynak. İki kişi arasında başbaşa yapılmış bir konuşmayı, her nasılsa sanki dinlemiş gibi almış ve değerli gazetecimize ulaştırmış. "Bu yazıyı hazırlayan yazarımızın konumunu ve önemini de dikkate aldığımız zaman, bu kaynağın önemli bir kaynak olduğunu da değerlendiriyorum. Ancak hemen vurgulamalıyım ki, yanlış olmaktan öte yalan ve maksatlı bir haber. Dolayısıyla bu konudaki bütün yorumlar mesnetsiz kalıyor. (...) Devletin iki yetkilisi arasında yapıldığı iddia edilen böyle bir konuşmayı teyit etmeden ve Genelkurmay Başkanı'nın böyle bir ifadeyi kullanacak konumda olup olmadığını değerlendirmeden yayınlamanın mantığını doğrusu anlamış değilim. "Bu dedikoduyu üretenler, şimdi ortaya çıkan durumdan eğer memnunlarsa, onların vatan ve millet sevgisinden açıkça şüphe etmek gerekir. Sayın yazarın haber kaynağını değerlendirip ona layık olduğu güvenilirlik notunu vermesinin bir etik sorumluluk olduğunu ifade etmek isterim. Bu tür iddiaları yalanlamaktan öteye, kusura bakmayın ağır laf söylüyorum ama açıkça lanetlediğimi söylemek istiyorum." KABA CIMBIZLAMA
Gördüğünüz gibi, Özkök, a) haberin kaynağını kötü niyet ve yalancılıkla suçluyor, b) haberi açıkça "lanetliyor", c) haberi yazan kişiyi, gazeteciliğin en basit fakat en önemli kuralı olan "teyit" mekanizmasına başvurmamakla suçlayıp ona kaynağı konusunda bir ev ödevi veriyor ve d) Mustafa Balbay gibi "konumu ve önemi" belli bir gazetecinin, "Genelkurmay Başkanı'nın böyle bir ifadeyi kullanacak konumda olup olmadığını değerlendirememesi"ni de "anlayamadığını" söylüyor. Peki, Cumhuriyet okurları Mustafa Balbay imzalı haberde bu dört temel eleştiri noktasından kaçını öğrenebildiler? Sadece birini (a şıkkı), yani "haber kaynağı"na ilişkin olarak söylediklerini... Çünkü Balbay, öbür bölümleri kaba bir cımbızlamayla çekip çıkarmıştı metinden... Genelkurmay Başkanı, Cumhuriyet'in ve Balbay'ın kendi sözlerini nasıl sansürlediğini okuyunca neler düşündü bilemeyiz, fakat ortada en azından bir "ayıp" olduğu açık. Aslında, soru-cevap bölümünde Balbay'ın yönelttiği "sıkıştırma" sorularını da bu çerçevede değerlendirebiliriz. Balbay'ın sorduğu bir soruyu, soru-cevap bölümünün de tamamını aktararak doğru bir gazetecilik yapan Radikal'den aktaralım: MESELEYİ KAYDIRMA ÇABALARI
Söyle sormuş Balbay: "Siz yalnızca manşetin rahatsızlık yarattığını söylediniz. Bazı konular sıraladınız ama, bizim de şu anda bir tek manşetimiz var: Genç subaylar haberi lanetlendi denecek. Yarın bu çıkacak. Oysa haberde başka unsurlar da vardı. Hükümetin uygulamalarına ilişkin rahatsızlıkları dile getirdiğiniz var. Orduda rahatsızlık yok diyebiliyor musunuz?" (Bu soru Cumhuriyet'te de var ama "Bizim de şu anda tek manşetimiz var, genç subaylar haberi lanetlendi denecek, yarın bu çıkacak" bölümü makaslanmış olarak var. E tabii Cumhuriyet'in manşeti "lanet"siz olunca, bir gün önce toplantıda söylediğin o cümleyi de uçurman lazım.) Özkök'ün "Biraz önce ben bunu size söylemedim mi zaten Sayın Balbay. Silahlı Kuvvetler'de bütün olarak rahatsızlık vardır. Bunları söyledim" diye başlayan cevabı, bu soruya haklı olarak epeyce kızdığını gösteriyor. Çünkü Balbay'ın bütün derdi, meseleyi "genç subaylar"dan uzaklaştırmak. Ne var ki Özkök, Balbay'a cevabının devamında "Benim daha ziyade gündeme getirmek istediğim, başlığın taşıdığı mesaj ve bunun çok yorumlara yol açması" diyerek bu tuzağa düşmüyor. Ahmet Hakan, Sabah'taki yazısında Balbay'ın toplantı çıkışında televizyon kameralarına söylediği "Ben biliyorum. Bizim haberimiz ordu içinde büyük yankı uyandırdı. Anadolu'daki garnizonlarda bizim gazete elden ele dolaştı" sözlerini hatırlatarak şöyle demiş: "(...) O haberi yazan gazeteci, Genelkurmay Başkanı'nın basın toplantısına davet ediliyor. Genelkurmay Başkanı, o haberi yazan gazetecinin 'iyi gazeteci' olduğunu söylüyor. (...) Bu gazetecinin gösterilen 'iyi niyetli' yaklaşımlara verdiği yanıt bu. Bunu da Genelkurmay Başkanı düşünsün..."
KÖTÜ NİYETLİ PROPAGANDA
Genelkurmay Başkanı, Cumhuriyet'teki haberin öbür gazetelerden epeyce farklı oluşu üzerinde de düşünecektir mutlaka, ama biz burada Balbay'ın tuhaf sözleri üzerinde duralım biraz. Gerçekten çok tuhaf: Bir gazete manşetten, Genelkurmay Başkanı'nın "Genç subaylar rahatsız" dediğini yazacak da "genç subaylar" acaba komutan tam ne dedi diye merak edip gazeteyi "garnizonlarda elden ele" dolaştırmayacak? Ve siz bunu, "haberinizin doğruluğu"nun bir kanıtı olarak göstereceksiniz... Bakıyoruz da Balbay'ın arkadaş-meslektaşları genel olarak "E, canım ne var bunda, kaynağı haberi vermiş o da yazmış" gibi "korumacı" değerlendirmelerle geçiştiriyorlar durumu. Bir askerin hatırlattığı "gazetecilikte teyit" müessesesinden söz bile etmiyorlar. Balbay'ın arkadaş-meslektaşları tabii ki onun "Genelkurmay Başkanı'nın böyle bir ifadeyi kullanacak konumda olup olmadığını değerlendirebilecek" kapasitede olduğunu bilirler. Buradaki can sıkıcı gazetecilik problemi de burada zaten: Gazeteci neden bu kapasitesini kullanmamıştır? Dün demiştik, bugün de ısrar ediyoruz: Bu "haber", yayımlandığı gazetenin çizgisinden ve haberi kaleme alan gazetecinin pozisyonundan bağımsız olarak okunamaz. Bu örnekte gazeteci, kötü niyetle hazırlanmış bir propaganda metninin kamuoyuna ulaşmasında aracılık etmiştir ve üstelik bile isteye, memnuniyetle aracılık etmiştir. (A.G.)
* İşbu başlık, Cumhuriyet gazetesi yazarı Mustafa Balbay'ın çok sevdiği "kelime parçalayarak anlam yaratma" oyunundan esinlenerek kotarılmıştır.
Aman Tanrım, ben akredite değilmişim!
Yeni Şafak'ın Genelkurmay Başkanı'nın bazı gazetecilerle yaptığı kapalı toplantının ardından attığı manşeti hatırlıyorsunuzdur: "Genelkurmay'a basından çağrı / Orgeneral Özkök'ün basın toplantısında bazı gazetelerin temsilcilerinin çağrılmaması üzerine basın kuruluşları, Genelkurmay'ın açıklama yapmasını istedi." Yine hatırladığınız gibi, çağrıyı yapan "basın kuruluşları" Basın Konseyi ve Çağdaş Gazeteciler Derneği'ydi. ÇGD Başkanı İsmet Demirdöğen, "akreditasyon" uygulamasını doğru bulmadıklarını, gazete ve gazetecilerin "akredite ya da değil, yandaş ya da değil" gibi ayrımlara tâbi tutulmasının demokratik bir tutum olmadığını belirtiyordu. Basın Konseyi Başkanı Oktay Ekşi'nin açıklaması da benzer nitelikteydi. "Medyanın ayrımsız olarak bu toplantılarda bulunmasına olanak verilmesi" ve "akreditasyon ölçütlerinin açıklanması" isteniyordu. İsterseniz, "akreditasyon" tartışmasına ilişkin Yeni Şafak'ta yer alan bilgileri aktarmaya son vermeden, yazarımız Ahmet Taşgetiren'in geçen günkü yazısının sonuna iliştirdiği nottan bir cümleyi de aktaralım: "Başbakan'ın akreditasyon uygulamadığı bir ülkede, Genelkurmay Başkanı hangi yetkiye dayanarak gazeteciler arasında akereditasyon uygular?" Şimdi de gelelim, "akreditasyon" tartışmasının diğer gazetelere nasıl yansıdığına: Genelkurmay'ın toplantıya çağırmayarak "dinci basın"la birlikte "akredite" olmayan gazeteler ailesine soktuğu Tercüman (Ilıcaklar) bu işe en çok bozulan gazeteydi. Tercüman'ın üç yazarı (Nazlı Ilıcak, Nuh Gönültaş ve Emin Pazarcı) bu konuyu özellikle değerlendiriyordu. Fakat en iyisi, bu yazılara geçmeden önce bu konuda bir başka gazetede yer alan bir yazıya değinelim. Vatan'dan Deniz Arman, toplantı hakkında bir iki cümle söyledikten sonra şöyle devam ediyordu: "Bazı gazeteler bu toplantıya çağrılmadığına göre, belli bazı kriterler söz konusu. O kriterlerin neler olduğu açıklanırsa, kafalarda soru işaretleri de kalmaz. Mesela, bazı gazetelerin alınmadığı toplantıya 'lanetlenmiş haber' sahibinin nasıl alındığı açıklık kazanır!" Doğru bir öneri ve tespit doğrusu... Tercüman'dan Nazlı Ilıcak, meseleyi en açık olarak ortaya koyanlardan birisiydi. Şöyle diyordu: "Bu ülke, kimsenin babasının çiftliği değil ve hiç kimsenin kendisini bir başkasından daha vatansever görmeye hakkı da yok. Kamu görevi yapanlar, milletin hizmetinde olduklarını unutmamalı ve keyfi davranışlardan özenle kaçınmalı." Bu gerçekten ayrımcı uygulamanın Nuh Gönültaş'ın kaleminden yorumu da şöyleydi: "Bir tür 'Zenci beyaz ayrımı' noktasına gelmiş bu akreditasyon uygulaması görevlerine başlarken 'savaşta ve barışta...' diye yemin eden kişilerin yönettiği kurumlara yakışmamaktadır! Yasal biçimde ülkede yayın yapan kurumlar arasında ayrım gözetmeye artık son verilmelidir!" Gelelim yine Tercüman'dan Emin Pazarcı'nın "Orgeneral Özkök'e açık mektup" başlıklı yazısına: Pazarcı'nın "akreditasyon"dan şikayet yazısı, çok önemli bir noktada diğer eleştirilerden ayrılıyor. Çünkü Pazarcı, Tercüman'ın Ankara temsilcisi olarak toplantıya çağrılmayışını tamamen "kişisel" nedenlere dayandırıyor! Pazarcı, toplantıya çağrılmadığı için gücenmiş ve incinmiştir, çünkü bunu kendisine yapılmış bir haksızlık olarak görmektedir. Yazıda yer alış sırasına göre gidecek olursak, yazarımız bugüne kadar "vatandaşlık görevini" yerine getirmiştir, "vergilerini zamanında ve tıkır tıkır" ödemiştir, "devlet düşmanı" olmamıştır. Ayrıca Pazarcı "yobaz" da değildir. Ayrıca bugüne kadar Genelkurmay'ın farklı pekçok davetine de katılmıştır.... Yani Pazarcı sanki şöyle diyor: "Başkalarını anladık ama bu bana yapılır mı?" Neyse... Olabilir, demek ki o da meseleye bu açıdan bakıyor.... Şimdi de, Genelkurmay'ın bu gerçekten kabul edilemez ayrımcı uygulamasını bir başka açıdan değerlendirelim: Basın Konseyi Başkanı Oktay Ekşi, Genelkurmay'dan "akreditasyonun ölçütlerinin" açıklanmasını isterken söze şöyle başlıyordu: "Genelkurmay Başkanı'nın basın aracılığıyla açıklama yapması, demokratik sistemin işleyişinin bir göstergesidir. Ancak..." Biz Ekşi'nin bu "giriş" cümlesine katılmıyoruz. Ekşi'nin Konsey başkanı olarak "ölçütlerin belirlenmesini" istemesi ne kadar yerinde bir çıkış olursa olsun, bu "giriş" faslı doğru bir analize dayanmıyor. Bize göre, Genelkurmay Başbakanı'nın bütün gazeteler "akredite" olsa bile basın ile bu tür "toplantılar" yapması doğru değildir. Doğru değildir, çünkü demokrasilerde bunun bir benzeri yoktur. Dikkat ederseniz "basın ile bu tür toplantılar" yapmasından söz ediyoruz. Nedeni açık: Çünkü pazartesi günü gerçekleşen "şey"in adı pek çok gazetede yer aldığı gibi "basın toplantısı" değil, hem de "kapalı" cinsinden bir "toplantı"dır. Peki Genelkurmay'dan beklenen açıklama nasıl yapılabilirdi? Tabii ki "akredite" ya da değil, ama bütün basın mensuplarına açık bir "basın toplantısı" şeklinde... Hatta, buna bile gerek kalmayabilirdi; cevaplanması beklenen soru madem ki "genç subaylar" meselesinden ibaretti, iki satırlık yazılı bir açıklama bu ihtiyacı karşılamaya fazlasıyla yeterdi... Genelkurmay'ın gazetecilerle bu tür "toplantılar" düzenlemesi doğru değil, çünkü bu tür "kapalı toplantılar"dan her zaman, toplantıya katılanların meşrebine göre –ve sırasında birbiriyle çelişen- yorumlar fışkırıyor.... Dolayısıyla, eğer bu tür "toplantılar" düzenleme âdeti ortadan kalkacak olursa, "akredite" meselesi de kendiliğinden son bulacaktır... Bakalım bu iş bundan sonra nasıl gerçekleşecek? Göreceğiz bakalım; Emin Pazarcı bir sonraki taplantıya kadar Genelkurmay nezdinde kendisini "akredite" yapmayı başarabilecek mi?! (Yazıyı bitirmeden, çoğunuzun paylaştığınızı sandığımız bir "Ütopya"dan kısa bir bölüm de aktaralım: "Genelkurmay bazı gazetecilere 'akredite' olmadıkları gerekçesiyle davetiye gördermez....Bunun üzerine ülkenin bütün 'akredite' gazetecileri, bu uygulamanın bir gazetecinin asla kabul etmemesi gereken bir ayrımcılık olduğunu belirtip, davetiyenin altında yer alan "LCV"de belirtilen telefon numarasını çevirip davete icabet etmeyeceklerini topluca açıklarlar... Davet sahipleri ertesi gün telaşla....." Siz söyleyin çok mu iddialı bir "Ütopya" nın peşindeyiz, bu kadarını beklemek hakkımız değil mi?)
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Röportaj | Karikatür | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |