AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

K R O N İ K  M E D Y A
'Yeni Osmanlı Modeli' ve 'YENİ PAŞALAR'!

“Türk medyası” Irak'ta uygulanacak yeni modeli buldu bile. Hürriyet'in dünkü manşetinde olduğu gibi; “Yeni Osmanlı Modeli”(!). Gazete bu “modeli” öyle benimsemiş ki, adı geçen Amerikalılardan “Yeni paşalar” olarak söz ediyor.... Ne güzel... Biri eski CIA Başkanı, bir diğeri emekli bir general, sonuncusu da eski bir büyükelçiden oluşan bir “Yeni paşalar” heyeti ve al sana en alâsından “Yeni Osmanlı Modeli”!

“Türk medyası”nın Irak savaşı dolayısıyla içine düştüğü şaşkınlığın nedenlerinden birisi de, Irak'ın bir zamanlar Osmanlı'nın yönetimi altında olmasıyla ilgili...

“Türk medyası” bu konuda da kararsız, bir türlü karar veremiyor; Irak söz konusu olduğunda Osmanlı'dan “kopuş”u yerine nasıl koyacak, hiç değilse kendisine nasıl açıklayacak?

“Ahh nerede büyük Osmanlı'nın bütün Ortadoğu'yu kucaklaşan barışçı yönetimi!” dese bir türlü, demese başka türlü...

Hem Türkiye Cumhuriyeti ile Osmanlı arasındaki yaşanan radikal “kopuş”u benimseyeceksin, hem de Irak savaşını Osmanlı'nın dört yüzyıl süren yönetimini hatırlayarak bir biçimde kurduğun bir “süreklilik”ten kendine paye çıkartacaksın...

Kolay iş mi?

Neyse “Türk medyası” herşeyde olduğu gibi bunun da kolayını buldu. Hürriyet'in (7 Nisan) bir manşetinde karşılaştığımız gibi “Osmanlı modeli”ni Amerikalılara uygulattırınca mesele çözülüyor!

Gazetenin manşeti şöyle: “Yeni Osmanlı Modeli”(!) Ve bakın bu “model” nasıl bir şey:

“ABD'de Irak'ın yeni yönetimi konusundaki mücadelede şahinlerin isteği oluyor. Pentogon'un planına göre Irak Osmanlı vilayet sistemine göre yönetilecek. Yeni Osmanlı modeli'nin mimarı ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz. Musul, Bağdat ve basra vilayetlerinin sivil lideri CIA eski Başkanı James Woolsey. Yeniden imar ve asayiş sorumlusu emekli general Jay Garner. Bağdat Valisi ise ABD'nin Yemen eski Büyükelçisi Barbara Bodine.”

Hürriyet gazetesi bu “modeli” öyle benimsemiş ki, adı geçen Amerikalılardan “Yeni paşalar” olarak söz ediyor....

Ne güzel... Biri eski CIA Başkanı, bir diğeri emekli bir general, sonuncusu da eski bir büyükelçiden oluşan bir “Yeni paşalar” heyeti ve al sana en alâsından “Yeni Osmanlı Modeli”!

“Türk medyası”nın başını çeken bir gazeteden ne hüzünlü bir “model” teklifi....

Ne hazin bir “model” bu böyle.... Bu “model”i Süleyman Nazif'in önüne koysanız ne derdi acaba? Sırasıyla Musul, Bağdat ve Basra vilayetlerinde valilik yapmış olan Süleyman Nazif ne derdi acaba?

Herhalde şöyle bir şey: “Fe-sübhân-Allah! Bu nev-zuhûr paşalar da neyin nesidir böyle?!” (K.B.)

Ne yazdığının farkında olmayan bir yazar...

Hürriyet yazarı Fatih Altaylı, 4 Nisan tarihli yazısına yönelttiğimiz bir eleştiriyi okuduktan sonra, bu sayfayı hazırlayan “KB ve AG”nin “Okuduklarını anlayacak kadar 'azıcık' bir zekâ”ya sahip olmadıkları sonucuna varmış. (Geçerken söyleyelim: O yazı “AG” tarafından kaleme alınmıştı; yani “KB”nin bir “günah”ı yok...)

Şöyle diyor Fatih Altaylı:

“Dün benim bir yazımı almışlar. Ben yazıda diyorum ki: 'AKP Grubu tezkereyi reddetti ama AKP hükümeti tezkerenin içeriğinde ne varsa hepsini verdi. Bu iş ABD'ye yaradı, istediklerini 6 milyar dolara değil, 1 milyar dolara aldılar.' Bunu okuyan ve zekâsı normal ve hatta normalin biraz altında olan biri bile benim neyi kastettiğimi anlayabiliyor. Ancak Yeni Şafak'ın iki 'eleştirmeni' benim tezkerenin geçmemiş olmasından dolayı duyduğum mutsuzluğu kaleme aldığımı düşünüyorlar.”

Doğru… Buradan, Altaylı'nın “tezkerenin geçmemiş olmasından mutsuzluk duyduğu” gibi bir sonuç çıkmaz. Tamam da, biz o sonucu yazarın kendi yazısından alıntıladığı yukarıdaki satırlara dayanarak çıkarmamıştık ki… Aynı yazıdaki, “tezkere”nin reddine ilişkin şu satırlara dayanarak çıkarmıştık:

“ AKP Grubu'nun taban kaygısı ve bazı çıkar gruplarının yönlendirmesiyle aldığı karar, Türkiye'nin 6 milyar dolar hibe veya 30 milyar dolar krediyi kaçırmasına neden oldu…”

Görüldüğü gibi, bu satırlardan sadece “mutsuzluk” değil öfke de fışkırıyor. Şimdiye kadar hiçbir “tezkereci” yazar, TBMM'nin kararını bu şekilde eleştirmemişti… Aralarından en ileri gidenleri, bu kararın “Türkiye'nin uzun vadeli çıkarlarına aykırı duygusal bir karar” olduğunu öne sürebilmişti…

“Tezkerenin geçmemiş olması”nın yazarda “mutsuzluk” dışında bir duyguya yol açmasının imkânsızlığını gösteren şu satırları da Altaylı'nın 15 Mart tarihli, “Tezkere geçmezse savaşa o zaman gireriz” başlıklı yazısından aldık:

“(…) Bizde ise 'Halk savaşa karşı' diyerek tezkere bir kez daha reddettirilecek.

Ama Türkiye asıl o zaman savaşın göbeğine düşecek. Hem de bir başına. Hem de müthiş bir ekonomik bunalım ve küçülme döneminde. Avrupa'nın bugün Türkiye'yi itmeye çalıştığı nokta ortadayken, Türkiye'yi iyiden iyiye yalnızlığa itmenin faturasının ne olacağını iyi hesaplamak gerek. Bu hesabı yapamayanlar, faturayı torunları ile birlikte ödeyeceklerini bilsinler. Ayrıca Meclis çatısı altında bu tezkereye hayır oyu verecek olanlar dönüp de bana 'Halk böyle istiyor' demesin. Birincisi, halk bu konuda karar verecek kadar donanımlı değil. İkincisi, halk dokunulmazlıkların kaldırılmasını isteyince niye halka kulak vermiyorsunuz?”

Görüldüğü gibi, biz okuduğumuzu gayet güzel anlamışız. Sorun, yazarın ne yazdığının farkında olmamasında... (A.G.)

İki çift söz de Altaylı'nın 'üslubu' üzerine

Bir gazeteci, hakkında yazılmış bir hükme, bir yoruma tabii ki itiraz edebilir. Ama bu itirazın her hâl ü kârda “yetişkin” bir üslupla yapılması gerekmez mi?

Altaylı'nın “zekâ” merkezli satırlarını kendisinin zekâsına vererek zaten ciddiye almıyoruz.

Peki ya o “... için maaş alan iki 'arkadaş' var” türü cümlelere ne demeli?

Bu “arkadaş” lafı da nereden çıktı? Biz kendisinin nereden “arkadaş”ı oluyoruz, anlamadık doğrusu! Radyosunun mikrofonuna konuştuğunu mu sanıyor nedir...

Fe-sübhân-Allah! (K.B.)

Ya Arapça'dan simültane çeviriler? Onları kimler yapıyor?

4 Nisan tarihli Yeni Şafak'tan bir haber: “Simültane savaş”.

Gazete bu günlerde yine öne çıkan bir mesleği tanıtıyor: Simültane çevirmenlik.

Bu arada Irak savaşı dolayısıyla bugünlerde birçok televizyon kanalında bu işi yapan simültane çevirmenlerle de küçük röportajlar yapılmış.

Buraya kadar gayet güzel. Çevirmenlerin her biri, nasıl çalıştıklarını, mesleğin zorluklarını filan anlatıyorlar.

Ama dikkat ettik, bu haberde Arapça'dan Türkçe'ye çeviri yapanlarla ilgili en ufak bir bilgi yok. Oysa biliyoruz ki, bugünlerde Irak'tan yapılan özellikle resmi açıklamaların anlaşılması için bazı televizyon kanalları Arapça bilen çevirmen de kullanıyor. Ve yine biliyoruz ki, diğerlerine oranla sayıları az tutulduğu belli olan bu çevirmenler ortadan kaybolunca televizyon ekranını anlamlı (!) bir sessizlik kaplıyor!

Toparlayacak olursak: Türkiye'nin epeyce uzun bir zamandan beri Arapça'yı “makbul” diller arasında saymadığı bir gerçek... Bunun sonucu olarak bu dile hakim olanların sayılarının “eskiye” oranla çok düşük olduğu da bir gerçek. Bunlara ilaveten bir üçüncü (ve en önemli) gerçek de şu tabii ki: Türkiye, üzerinden daha yüzyıl geçmeden bu dünya ile (yani Arapça konuşulan dünya ile) bağını koparmayı o derece becermiş ki, herşeyden önce diline yabancılaştığı bu dünyayı bugün artık layıkıyla anlayabilmekten da uzak düşmüş. Bunun sonucu ülke için çok “trajik” olmuştur desek yalan olmaz herhalde. Arapça ve geniş anlamıyla Arap kültürü söz konusu olduğunda pekçok Batı ülkesinde gözlenen birikim, Ortadoğu'da yüzyıllarca kalmış bir imparatorluğun üzerine kurulu Türkiye'dekinden daha güçlü hale gelmemiş mi? Süleyman Nazif'in Bağdat, Musul ve Basra valiliği yaptığı bir dönemden ve birikimden, bugün Irak'ta olup bitenleri CNN'den öğrenmeye çalışan bir Türkiye'ye geçiş....

Neyse... Bakalım belki Arapça karşısında Irak savaşının mecburi sonucu olarak ortaya çıkan bu ilgi gelip geçici olmaz da, bu büyük dil karşısındaki tavır daha akılcı bir şekil kazanır...

Televizyon kanallarında Arapça'dan simültane çeviri yapanları diyelim ki diğerleri merak etmiyor; peki ya Yeni Şafak? Hiç değilse onun merak etmesi gerekmez miydi? (K.B.)

Mahkeme marifetiyle '5N 1K'

Gün geçmiyor ki gazetelerden birinde ya da birkaçında “Haberiniz gerçekleri yansıtmıyor, işin aslı budur” türünden bir “tekzip” metni yayımlanmasın... Tekzip metinlerinin, “Tamam, öderiz 30 bin lira ağır para cezamızı, atın şunu çöpe” döneminin geride kalmasından sonra tekzip metinleri gazetelerimizde giderek daha fazla yer işgal etmeye başladı. (Size aktarmıştık; Basın Kanunu'nda yapılan son değişiklikten sonra gazeteye ulaştırılan tekzip metinlerinin yayımlanmamasının “maddi bedel”i o kadar ağırlaştırıldı ki, onları eskiden olduğu gibi çöpe gördermek artık imkânsız...)

Yeni uygulamanın, “medyazede” olduğunu düşünenlerin içine biraz serin su serpeceği aşikâr ama gazeteciliğe de yararı olacak gibi görünüyor... Gazeteler, sayfalarında sürekli olarak tekzip metni yayımlamanın okur nezdindeki etkisini hesaba katmak ve her haberde, “Bu bize tekzip olarak geri döner mi?”yi kendilerine sormak zorunda hissedecekler...

Biz bir süredir gazetelerimizde yayımlanan tekzip metinlerini orijinal haberlerle karşılaştırıp, tekzip yiyen haberlerin bunu hak edip etmediklerini anlamaya çalışıyoruz... Hemen söyleyelim: Vaziyet vahim... Bu haberlerin, okullarda öğretilen en temel kuralların bile hesaba katılmadan yazıldıkları anlaşılıyor...

Aynı gün Milliyet ve Star'da yer alan iki ayrı tekzip metnine bakalım... Her iki gazetede çeyrek sayfalık hacimler tutan metinlerden Milliyet'teki, 10 Mart 2002'de yayımlanan “Çocuklarımı ve gururumu geri istiyorum” başlıklı bir haberi tekzip ediyor. Haberin orijinaline baktığımızda, 28 yaşındayken kocası ölen ve üç çocuğuyla dul kalan bir kadının evden kovulması ve üç çocuğunun kendine gösterilmemesiyle ilgili bir hikâyeyle karşılaşıyoruz... Hikâye, o zaman 10 milyar değerinde olan bir evin “tapusu” üzerindeki bir ihtilafı da içeriyor...

Orijinal haber tümüyle “mağdur kadın” üzerine kurulmuş ve onun söylediklerinden hareket edilmiş... Dolayısıyla tekzip de bu gazetecilik eksiğinin üzerine inşa edilmiş... Bu metinde de, haberin tersine “ailenin bütün ısrarlarına rağmen çocuklarını görmemekte ısrar eden bir anne” hikâyesiyle karşı karşıyayız... Tekzip metni, annenin bütün derdinin “ihtilaflı ev” olduğunu da söylüyor bize...

Star'daki tekzip metnini ise MNG Havayolları ve Taşımacılık A.Ş. göndermiş... Star'ın 6 Kasım 2002 tarihli sayısında “Kargo Skandalı” başlıklı habere konu olan firma, sözkonusu haberin “Tamamen gerçekdışı birtakım iddia ve ithamlar içerdiği” kanısında... Tekzip metninde, orijinal haberde yer verilen bazı bilgilerin (bunlar, somut bilgiler, “iddia” değil) doğru olmadığı açıkça söyleniyor.

Aslında işin çetelesi tutulsa, belli bir dönemde tek tek gazetelerde kaç tekzip yayımlandığı saptansa, diyoruz... Anlamlı olmaz mı? (A.G.)

Düzeltme...

Kronik Medya'nın geçen pazar günkü sayısında yer alan “Evet aynen öyle, 'futbol fanatiği' olmuşsunuz!” başlıklı yazı şu cümleyle başlıyordu:

“Diğer bazı meslektaşları gibi Hasan Cemal de Türkiye-İngiltere milli futbol karşılaşmasını izlemek için TURKCELL'in davetlisi olarak İngiltere'deydi.”

Bu cümleden hemen sonra şu açıklamayı da yapmıştık:

“Bu davet meselesini gazetesinde kendisiyle aynı sayfayı ve daveti paylaşan Güneri Cıvaoğlu sayesinde öğrendik!”

Evet, bir mesele, üzerinde hakkıyla araştırma yapılmadan yazılınca sonuç böyle oluyor; Cıvaoğlu'nun icabet ettiği bu davete yanlışlıkla Cemal'i de sokmuş olduk... Hasan Cemal, İngiltere'ye TURKCELL'in davetlisi olarak gitmediğini, yolculuk masrafının tamamını kendi cebinden ödediğini bildirdi ve düzeltilmesini istedi. Düzeltiyoruz. (K.B.)


8 Nisan 2003
Salı
 
YÖNETENLER: Kürşat Bumin
Alper Görmüş


Künye
Temsilcilikler
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED