|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Soru/n şu: Saddam-sonrası Irak'ta neler olacak ve ABD-İsrail, Irak'tan sonra nereye saldıracak veya neler yapacak/lar? Dikkat ederseniz bu, sadece Iraklılar'ın değil, aynı zamanda, Türkiye'nin de, ABD tarafından işgal edilmekle tehdit edilen Irak'ın diğer yakın ve ırak komşuları Suriye, İran, Suudi Arabistan, Mısır gibi Ortadoğu ülkelerinin de, Avrupa'nın da gündemini işgal eden en yakıcı sorun. ABD-İsrail'in bundan sonra "noktasal" neler yapacağını kesin olarak bilmiyoruz: Ancak bilebildiğimiz bir şey var: ABD-İsrail, uzun vadeli bir stratejiyi hayata geçirmek için Irak üzerinden bölgeye yerleşmeyi ve bölgenin siyâsî, stratejik ve kültürel haritalarını ve önceliklerini bütünüyle kendi çıkarları doğrultusunda değiştirmeyi hedefliyor/lar. Ancak bunun hiç de kolay olamayacağını, ABD-İsrail'in hiç beklemediği sürprizlerle karşılaşacağını zamanla görmeye başlayacağız: Meselâ, İmam-ı Azam Camii'nde 100 bin civarında Iraklı'nın Cuma namazı sırasında "ABD'ye de, Saddam'a da Hayır! İslâm devleti istiyoruz!" diye haykırmaları hiç hesapta kitapta olmayan çarpıcı sürprizlerden biri! Peki, ABD-İsrail'in bu uzun vadeli temel hedefi ne? Şu: İslâm'ın bir kurucu irâde ve aktör olarak yeniden tarih sahnesine çıkmasının mümkün tüm yollarını tıkamak veya yok etmek. Bu projenin Avrupa, Rusya ve Çin tarafından da desteklendiğini bilmemiz gerekiyor: Elbette ki, ABD'nin bu projeyi hayata geçirirken attığı bazı adımlar, örneğin Balkanlar'a, Kafkaslar'a, Afganistan işgaliyle İç Asya'ya ve Irak işgaliyle de Ortadoğu'ya yerleşme girişimleri, Avrupa'nın (FransAlmanya'nın), Çin, Rusya ve Japonya'nın bazı çıkarlarına darbe vuruyor gibi gözüküyor: Ama ABD yönetiminin bu ülkeleri ikna ettiğini (ve edemediklerini de edeceğini) aslâ unutmayalım. Eğer İslâm'ın yeniden tarih sahnesine çıkması şimdiden engellenmeyecek olursa, yarın, ABD'nin de, AB'nin de, Çin, Rusya ve Japonya'nın da küre ölçeğindeki konumlarının alt üst olacağını, Osmanlı'nın "durdurulması"ndan sonra kurulmaya çalışılan neo-kapitalist dünya düzeninin uzun vadede büyük sarsıntı geçireceğini bu ülkelerin hepsi çok iyi biliyorlar. Bu mesele halledilmeden ABD'nin dünya üzerindeki hegemonyasını kolaylıkla sürdürebilmesi de, AB'nin kendisine daha güvenli bir gelecek oluşturabilmesi de, Rusya'nın etrafını çepeçevre kuşatan "yeşil hat"tı kontrol edebilmesi de, Çin'in batısındaki Pakistan-Bangladeş kuşağı ile güneydoğusundaki Malezya-Endoneya kuşağının, merkezinde Türkiye'nin yeraldığı merkezî İslâm coğrafyası arasında açılacak ekonomik, kültürel ve stratejik koridoru kontrol edebilmesi de imkânsız hâle gelecektir. (Burada Özal'ın Karadeniz İşbirliği Projesi'nden sonra ABD-İsrail tarafından 1989 yılında niçin ipinin çekildiği ve Özal'ın projesini bitiren Mesut Yılmaz gibi bir kişinin ANAP'ın başına getirildiği; ve Nijerya'dan Malezya'ya kadar İslâm dünyasının her bakımdan en kilit aktörlerinin içinde yer aldığı D-8 Projesi'nin ABD-İsrail'i de, AB'yi de, Çin'i de ne kadar ürküttüğü ve o yüzden bu projenin neden "işleyemez hâle getirildiği" ve bu projenin mimarı Erbakan'ın siyâsî hayatının niçin bitirildiği üzerinde biraz kafa yormamız gerekiyor.) 1989'da Soğuk Savaş'ın fiilen sona erdirildiği tarihten Irak'ın işgaline kadar geçen süreçte yaşanan tüm büyük ölçekli olaylardan hemen sonra Amerikalılar'ın söyleyegeldiği tek bir şey var: "Dünya eskisi gibi olmayacak. Yeni bir dünya düzeni kurulacak." Dikkat edin: Bu şarkıyı sadece Amerikalılar söylemiyorlar. Avrupalılar da söylüyor, diğerleri de. Balkan Savaşları sırasında da, 11 Eylül numarası sırasında da, Afganistan işgali sırasında da ve nihayet Irak işgali sırasında da hep aynı şarkı dillere peselenk edildi. "Dünya eskisi gibi olmayacak" şarkısını elbette ki Amerikalılar da, Avrupalılar da, diğerleri de kendilerine göre, kendi çıkarları açısından anlamaya, yorumlamaya ve kendi lehlerine çevirmeye çalıştılar ve hâlen de çalışıyorlar. Kızıl tehlike'nin kontrol altına alınmasından sonra kurulacağı söylenen bu yeni dünya düzeninin istenildiği şekilde işleyebilmesini sağlayabilmek için çok esaslı bir adımın atılması gerekiyor/du: Fas'tan Malezya'ya kadar Müslüman toplumlarda sosyo-kültürel ve ekonomik olarak en güçlü alternatif hâline geldiği gözlenen İslâm'ın kurucu bir irâde ve aktör olarak yeniden tarih sahnesine çıkışının durdurulması. Bunu önce zamanın NATO Genel Sekreteri Cleas ile İngiltere Başbakanı Thatcher "dünya sisteminin önündeki en büyük tehdit, İslâm tehdidi" diyerek açıkça telaffuz ettiler. Ama daha sonra "İslâm tehdidi" tanımlamasının son derece tehlikeli olacağını ve fena halde geri tepeceğini görünce bu işin adını "İslâm fundamentalizmi", 11 Eylül numarası'ndan sonra ise "İslâmî terörle mücadele etmek" olarak değiştirdiler ve "hedefimiz aslâ İslâm değil; çünkü İslâm barış demektir; biz teröre bulaşan gruplarla mücadele ediyoruz" diyerek Müslüman toplumları uyutacaklarını ve uyuşturacaklarını düşündüler. Şu an tarihin önemli dönüm noktalarından birindeyiz. Yeni bir dünya kurulmak ve bu dünyada Müslümanlar'ın diriliş, ayağa kalkış, toparlanış, direniş ve varoluş güçleri ve dinamizmleri her ne sûretle olursa olsun kırılmak ve yok edilmek isteniyor. "Müslümanlar'ın cirmi ne ki, temel mesele Müslümanlar'ın güçlerinin yok edilmesi olsun?" diye bir soru sorabilirsiniz. Bu meselenin açıklığa kavuşturulabilmesi, yani nasıl bir tarihî dönüm noktasının eşiğinde bulunduğumuzun ve dolayısıyla neden İslâm'ın dünya sisteminin temel problemi olduğunu görebilmemiz için, tarih felsefesi yapmak ve üstadımız Braudel'in deyişiyle, "bugünü anlamak için bütün tarihi seferber etmek zorundayız". Dünya sisteminin aktörlerinin, önlerindeki temel engelin ve meselenin neden İslâm olduğu, İslâm'ın yeniden tarih sahnesine çıkmakta olduğuna nasıl hükmettikleri ve İslâm'ın tarih sahnesine çıkışını önlemeyi niçin temel strateji olarak benimsedikleri gibi yakıcı soruların cevaplarını Çarşamba günkü yazıda aramaya çalışalım.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |