AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

Y A Z A R L A R
Düşünüyorum, binaenaleyh mevcudum

"Tanzimat'tan Cumhuriyet'e Mantık-Bilim Küllliyâtı"nın yanısıra neşir hazırlıklarıyla meşgul olduğum "Tanzimat'tan Cumhuriyete İlm'un-Nefs/Psikoloji Külliyatı"nın en önemli unsurlarından biri de Yusuf Kemal'in 1878'lerde hazırlayıp neşrettiği "Gayet'ul-Beyan fî Hakikat'il-İnsan yahut İlm-i Ahval-i Ruh" adlı Psikoloji kitabıdır. Bu kitabın en dikkat çekici yönlerinden biri de hiç kuşku yok ki müellifin erken sayılacak bir tarihte, itibar ettiği Batılı düşünürlerin görüşlerini sadece Türkçe'ye çevirmekle yetinmeyip onları aynı zamanda kendi medeniyetinin üst-diliyle de telif etmeyi denemiş olmasıdır.

O yıllar, salt gelişigüzel çeviri ve aktarım yılları değildi; bilâkis bir tür hesaplaşmaydı; vuruşa vuruşa geri çekilmeydi. Öyle ki Batı dünyasından aktarılan kavram ve sözcüklerin kendi medeniyetimizdeki karşılıkları bulunmadan tek başına aktarımlarla yetinmek, kimliğimizi (kendimizi) inkâr etmek, iddialarımızdan (kendimizden) vazgeçmek, açıkçası kendi coğrafyamızı, kendi tarihimizi ve kendi insanımızı (bizi biz yapan ne varsa hepsini) reddetmek anlamına geleceğinden mütercimler her iki dünyanın kavram ve sözcüklerine de vâkıf olmak zorundaydılar. Onlar bir bilgi geleneğine mensub idiler ve bir başka bilgi geleneğine ise sahip olmak istiyorlardı. Mensubiyet ve aidiyet onlar için zarurî iken, sahip ve mâlik olmak iradî addediliyordu. İlki 'tercih' değil, subutiyet ihtiyacının gerekli kıldığı bir 'zaruret' idi; ikincisi ise nazar-ı itibara aldıkları, bilmeyi istedikleri bir 'vâkıa' idi. Kısacası ayaklarını bastıkları bir zemin vardı, ayaklarını tesbit eden, sabit kılan bir zemin; bir de o zeminden hareketle anlamak istedikleri farklı bir dünya.

Ne ilginçtir ki bu zeminin ayaklarımızın altından kaymaya başladığı yıllar, yine o yıllardır. Şimdi böyle bir zemin yok! Biz o yıllarda evrilmeye, o yıllarda devrilmeye başlamıştık da ondan yok! Hakikaten ayaklarımızı sağlamca üzerine basacağımız; anlayarak, saygı duyarak kendisine istinad/itimad edeceğimiz bir zeminden bugün bütünüyle mahrumuz ne yazık ki!

Güya bildiğimizi sanıyoruz; bilmediğimizi itiraf etmekten kaçınıyoruz. Yusuf Kemal'in aktarımıyla "felâsife-i efrenciyeden Descartes demiş ki bilmek başka ve bildiğini bilmek başkadır." Biz de bilmiyoruz; üstelik bilmediğimizi de bilmiyoruz. Bilir gibi yapıyoruz, bilirmiş gibi davranıyoruz ve böylelikle şaşırmıyoruz, şaşakalmıyoruz; zira "mış-miş gibi" yapmak şaşırma yeteneğimizi yok ediyor; merakımızı zayıflatıyor, tecessüsümüzü azaltıyor. Bu yüzden düşünemiyor, soru soramıyoruz. Düşünemediğimiz, soru soramadığımız için de bir türlü mevcudiyetimizi isbat edemiyoruz.

Lütfen biraz yavaşlayınız ve 120 küsur yıl önce o günün gençlerine hitaben yazılmış şu satırların biraz olsun ardına geçmeye çalışınız:

- "Ulum-i hikemiyenin mebdei İlm-i Ahval-i Ruh'tur. Nefs-i nâtıka, yani 'ben' zamirinin müşarun-ileyhi olan cevher-i manevî bir hakikattir ki vücudu asla inkâr olunamaz. Alem-i şuhuda olan itikadın zihinde sadme-i iştibaha uğraması kabil-i ihtimaldir; lâkin hiçbir vakit nefs-i nâtıka'nın vücudunu tasdik etmemek mümkün değildir.

İmdi, ruh-ı insanî, mebna-yı vücudun bir esas-ı mümteni'ul-indirası ve bununla beraber hakikaten maarifin nokta-i ibtidasıdır. Düşünüyorum, binaenaleyh mevcudum.

Yukarıda beyan olunduğu üzre, vicdan, nefs-i nâtıka'nın vücud ve keyfiyâtını tasdik eden "hiss-i manevî" veyahut "nazar-ı bâtınî" demektir. Tasdikat-ı vicdaniyeden tevellüd eden yakiniyat mutlaktır.

Felâsife-i efrenciyeden Descartes demiştir ki: "Bilmek başka ve bildiğini bilmek başkadır."

Bu makaleye şunu da ilave edebiliriz ki duymak başka ve duyduğunu bilmek başkadır; istemek başka, istediğini bilmek başkadır. İşte bu malumat-ı vicdaniye umur-ı yakiniyedir. Eğer vicdaniyat karin-i yakîn olmasa, nefs-i nâtıkamız daima pençe-i vehm u hayalde zebun olur." (s. 12-13)

Bugün sıklıkla kullandığımız 'vicdan' sözcüğünün bize modernleşme döneminin kavramlaştırmasıyla intikal ettiğini bilirsek, sanırım o takdirde, "Bizde vicdan filan kalmamış" ifadesinin gerçek anlamına bütün gövdemizle yönebiliriz.

Şayet birgün rastlar da vicdanımıza yönelmeyi akıl edersek, orada "Cogito ergo sum" yerine, derinlerde bir yerlerde "Düşünüyorum, binaenaleyh mevcudum" ifadesinin -hem de çok önceden- kayda alınmış olduğunu göreceğimizden kimsenin kuşkusu olmasın.

Böyle bir vicdana ne kadar ihtiyacımız var, ah bir bilseniz; ekmek gibi, su gibi, hava gibi.


21 Ağustos 2004
Cumartesi
 
DÜCANE CÜNDİOĞLU


Künye
Temsilcilikler
Abone Formu
Mesaj Formu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Çocuk
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED