|
AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ |
| |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Acaba uçuşlar hep böyle az kalabalık mı oluyor? Havaalanının tenhalığını fark edince kafamdan derhal yukarıdaki soru geçti. Son zamanlarda Ankara'ya gelen, ya da Ankara'dan bir yerlere giden tanıdıklarım karayolunu tercih ediyorlar; bunu fark etmiş ancak yine de içinde "Acaba?" geçen bir soru sormak aklıma gelmemişti. Bu soruyu önceki gün sordum işte. Kendimden de biliyorum: Çalışılan kurumdan, şirketten, devlet dairesinden ayrılmak hiç kolay değildir. Ben şanslıyım: Bugüne kadar devlette de çalıştım, özel sektörde de; gazetecilik dışında işler yaptığım da oldu... Hepsinden ayrılmaya kendim karar verdim... Daha başarılı ve yararlı olacağıma inandığım iş için elimdekini terk ettim; bugün "İyi de yapmışım" diyebiliyorum... Özellikle sorumlu mevkideki insanların kendilerinden beklenen performansı gösteremediklerini anlayınca "Allahaısmarladık" demeyi bilmeleri gerekir. Uzun yılların deneyimiyle şu gerçeğe vâkıfım: Bizde en az bilinen, görevin ne zaman terk edileceğidir. Ayrılırken hep kavga-gürültü çıkmasının sebebi budur. Evlilik ve arkadaşlık da öyle; 'seviyeli birliktelik' yaşadıklarını söyleyen, ya da ağızları dolu dolu "Severek evlendik" diyenler dahi bir daha birbirlerinin yüzüne bakamayacak hale gelmeden ipi koparmazlar... Galiba bu yüzden oluşmuş bir geleneğe sahibiz: Kendi ayrılan pek görülmediği için, çalıştığı kuruma zarar veren kişi ya istifaya zorlanır, ya da azledilir bizde. Osmanlı döneminde 'siyaseten katl' ve 'müsadere' kurumları da bu yüzden konmuştur. Padişahın işbaşına getirdiği biri, güveni zedeleyici bir harekette bulunmuş veya bekleneni verememişse sadaret görevi elinden alındığı gibi, malına mülküne de el konulurdu; kelleyi kaptırması da cabası... Osmanlı, kimsenin mülke (yani devlete) zarar vermesine müsaade etmezdi... Çalıştığı kuruma zarar veren bir kişi, kendisini orada tutana zararlı olmaya başlar çünkü... Basit gibi görünebilir, ama havaalanında bu konuyu düşünmeme sebep olan 'ilân yoluyla randevu talebi' olayını ben önemsedim: Kars'ta yatırım yapan bir mobilya şirketi, önceki gün, bir gazetenin bir tam sayfasını işgal eden bir şikâyet ilânıyla çıktı kamuoyu karşısına. Yatırıma başlayacakları sırada başbakandan randevu talep etmişler; üzerinden bir yıl geçip hâlâ kendisine ulaşamayınca da durumu ilânla duyurmuşlar... Dün gazetelerde vardı: Başbakan ilânı okuyunca kendilerini arayıp görüşmüş... Kars milletvekili ise, "Bizi mahçup ettiniz" diye çıkışmış ilân veren şirketin bayan sahibine... Acaba iletişim kopukluğunun sebebi neydi? Geçmişe şöyle bir göz attığımda, 'başarılı olmuş' siyasîlerin ortak bir özelliği hemen kendini belli ediyor: Günlerini programlamayı başkalarına bırakmamaları... Elbette, her başbakanın, her bakanın özel kalemi, her milletvekilinin sekreteri var; görüşmek isteyen önce bunlara ulaşmak zorunda... Ama benim tanıdığım 'başarılı siyasîler' özel kalem ve sekretaryalarını olması gerektiği gibi kullananlardır. Bir kısmı, her arayandan olabildiğince erken haberdar olmak isterdi; kimi de "Her saat başı arayanlar listesi isterim" tâlimatı verirdi daha ilk günden. Alarm sinyalleri çaldıran bir gelişmeden başka nasıl haberdar olabilir bir siyasî? Hiç kuşkunuz olmasın: Kendi 24 saatine hâkim olmayan bir devletlu devlete de gün göstermez... Şöyle kurun kafanızda: Randevu isteyenlerden sık sık haberdar edilmeyen bir başbakan, bir bakan, olağanüstü bir durumda, beş dakika önce bilgi sahibi olsa önleyebileceği oldu-bittilerin zararını görmez mi? Başbakana ulaşamadığı için partisinden istifa eden milletvekilleri çıkmıştı geçmişte; o yüzden ne krizlerle karşılaşıldı bir bilseniz. Bir de, "Nasıl olsa ulaşamıyorum" diye aktarılmayanların bu yüzden başa açabileceği dertleri düşünün... Bunun orta yolunu bulmak, aradan özel kalem çıkartılamıyorsa bile doğrudan teması mümkün kılacak teknolojik imkânları kullanmak şart. Sözgelimi, e-posta imkânını... Kendi hesabıma, bilgisayarımın başında oturduğum saatlerde bana yollanan bütün e-posta mesajlarını, hiçbirini ihmal etmeksizin, okuyorum. Bazı gelişmelerle ilgili öngörülerini benimle paylaşan sağduyulu okurların açtığı zihnime daha fazla güveniyorum. Tanıdığım siyasîleri düşünerek, "Keşke onların da böyle âdetleri olsa" diye içimden geçirdiğim çok oluyor. Padişahlar 'cuma selâmlığı' yapar ve orada halkla biraraya gelirlerdi; demokrasi iletişimi tek taraflı hale getirdi. Önce halk konuşuyor ve siyasî kadroyu seçiyor; sonra bir dahaki seçime kadar sadece siyasîleri dinliyoruz... Bu kör dövüşü veya sağırlar diyalogu yüzünden de çok sık iktidar değişiyor bizde... Bir gözlemci olarak benim açımdan bir mahzur yok da, siyasîlerin eskiyeni -hele dostlarımsa- yüreğimi burkuyor... Geçenlerde, çok satan gazetelerden birinin yöneticisiyle konuşurken pat diye yönelttiği "Başbakana ulaşmak istediğin zaman ne yapıyorsun?" sorusuyla sarsıldım. Benim başbakanlara ve bakanlara ulaşma âdetim hiç olmadı, şimdi de yok; ancak başkalarının böyle bir ihtiyaç duyduğunu biliyorum. Bereket, muhatabım cevabımı beklemeden başka bir konuya geçti de mahçup olmam gerekmedi. Havaalanları gerçekten tenhalaştı mı, yoksa bir süredir uçmadığım için mi bana öyle geldi?
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |