|
AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ |
| |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Endişe etmeyin, neredeyse (bu 4. yazı) pehlivan tefrikasına dönüşecek olan Milli Eğitim alanındaki girişimlere yönelik değerlendirmelerimi bugün noktalıyorum.... Dolayısıyla bugün "ideolojik" meselelere girmeden, Milli Eğitim Bakanlığı'nın yeni "müfredat"ını kamuoyuna tanıtırken medyada öne çıkarılan bazı projelere değineceğim. Nasıl bir sıra takip edeyim bilmiyorum doğrusu... En iyisi "hafif"ten daha az hafif olanına doğru ilerleyelim: Yeni "İlköğretim Müfradatı"nın tanıtıldığı günlerde bir gazete birinci sayfadan duyuruyordu: "Mecburi gönüllülük / Öğrenciler 'toplum hizmeti' dersi. Belirli saat hayır işi yapmayana sınıf geçmek yok". Tuhaf bir haberdi doğrusu; öğrencilerin katılmak zorunda oldukları bu "hayır işleri" de nereden çıkmıştı? Önümüzdeki haberden ilköğretim birinci sınıf öğrencisinin en az 15 saat, sekizinci sınıf öğrencisinin ise en az 60 saat "toplum hizmeti"nde yer alacağını da öğreniyorduk. Eğitimin "sosyal yanı"nı güçlendirmesi beklenen bu hizmetler şöyle gerçekleşecekti: Kimsesizler yurdunu ziyaret / Gönüllü çevre kuruluşlarında çalışmak / Hayvan derneklerinde faaliyet / Engellilere yardım / Huzurevi ziyaretleri. "Amerikan paradigması"ndan esinlenmiş bir programla karşı karşıyaydık. Tamam iyi güzel ama okullarımıza sokulması düşünülen bu "hayır işleri" dersleri bize, yani içinde yaşadığımız topluma ne derece uygundu? Tamam, Amerika'da ya da yaşlıların "huzur evleri"ne tıkıldığı bir başka gelişmiş Batı ülkesinde ilköğretim öğrencilerini arada bir bu kurumlara götürmek toplumda bir miktar dayanışma duygusunun filizlenmesine hizmet açısından uygun olabilir. Ama bizde durum böyle değil ki... Bizde şehirde ya da köyde yaşasın farketmez, çocukların çok büyük bir bölümü zaten nenelerinin ya da dedelerinin hizmetinde değil mi?! Günleri zaten "büyükler" arasında geçen bu çocukları bir de "huzur evi" ziyaretine mecbur etmek ne derece yerinde bir karar? Yoksa bu "ders"ten beklenen amaç, sayılı birkaç "huzur evi"nde zar zor bir yatak bulmuş yaşlıları hergün düzenlenen "toplum hizmeti" ile canlarından mı bezdirmek! "Hayvan derneklerinde faaliyet" söz konusu olduğunda da benzer durum. İlköğretim öğrencilerinin çok büyük bir kısmının köy yerinde büyük ve küçük baş hayvanların, şehir sokaklarında ise bir köpek peşinde koştuğu bir memlekette "Hayvan derneklerinde faaliyet" de neyin nesi?! Yani diyeceğim, çocukların yaşlı komşular tarafından bile bakkala gönderilebildiği bir ülkede bu "hayır işleri"ne bir anlam verebilmek gerçekten imkansız... Gelelim yine medyada geniş olarak yer verilen "okul mimarisi" meselesine: Milli Eğitim Bakanlığı Yatırımlar ve Tesisler Dairesi Başkanı Prof. Dr. Abdussamet Arslan, "Cumhuriyetin ilk yıllarında birbirinden güzel binalar yapıldı. Ancak İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, kutu gibi dikdörtgen camlı, yüksek binalardan geçilmez oldu" tespitini yaparak devam ediyor: "Artık tüm okullarımız ilk Meclis binasına benzer, fakat modern bir mimariyle yapılacak." Daire Başkanı'nın bu sözleri (eğer gazete doğru yansıtıyorsa) kendi içinde problemli sözler değil mi? Öyle bir "okul mimarisi" ki, hem "ilk Meclis binası"na benzeyecek, hem de "modern" olacak. Daire Başkanı bu sözleri sarfetmiş olsa gerek, çünkü gazetede "ilk Meclis binası"ndan esinlenmiş bir okul maketinin arkasında çekilmiş bir fotoğrafı da yer alıyor. Nasıl bir şey mi? Nasıl olacak, tabii ki biraz "kemer", biraz "sütun"larla süslenmiş ve bakana "ilk Meclis binası"nı şöyle uzaktan hatırlatan ama asla "modern" olmayan bir okul mimarisi... Dolayısıyla şimdiden görevimizi yapalım: "İlk Meclis binası"ndan esinlenen bu mimari projeler eğer uygulanmaya koyulmadıysa, bu işten bir an önce vazgeçmek gerekir... Okullarımızın bundan böyle yepyeni bir mimari tasarımla yükselmesi mutlaka gerekiyorsa da, bu hamle hangi sınıfa girdiği meçhul bu projelerle gerçekleştirilmeyecek herhalde... (Yeri gelmişken bir de öneri: Ahmet Haşim'in model olarak alınan mimariye ilişkin değerlendirmeleri gerçekten çok değerlidir.) Gelelim bu epeyce "hafif" projelerden sonra, medyada belki de en fazla yer kaplayan "ciddi" projeye: Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik'in konuşmasından da öğreniyoruz ki, bakanlık "Newtoncu yaklaşım"a (ya da "paradigma"ya ) savaş açmış durumdadır. Çelik konuşmasında soruyor: "Nedir Newtoncu yaklaşım? Meseleye düz mantıkla, lineer mantıkla bakan iyi, kötü, doğru, yanlış, eğri, düz, hep, hiç, siyah, beyaz düzleminde, ikileminde insanları şartlandıran bir anlayıştır ve iki nokta arasındaki tonların, tonlamaların gösterilmediği bir mantık anlayışıdır." Yine söylendiğine göre, bizim de artık bu eskimiş Newtoncu yaklaşımı, paradigmayı terkedip "Kuantumcu Paradigma" geçme zamanımız gelmiştir... Ne diyeyim bilmiyorum ki... Demek ki bir zamanlar "Aristoteles mantığı"ndan sıkılıp kendimizi "diyalektik mantığın" kollarına atmamız gibi, şimdi de Newtoncu paradigmadan uzaklaşıyoruz... Aslına bakacak olursanız bütün bu "ideolojik" (bu sözcüğü özellikle kullanıyorum!) içerikteki bu açıklamalar beni çok gülümsetiyor... Bu çerçevede kendi kendime şöyle söyleniyorum: "iyi, kötü, doğru, yanlış, eğri, düz, hep, hiç, siyah, beyaz" ikileminde "insanları şartlandıran" bu zavallı paradigmanın neresi kötü? Bütün bu sayılan niteliklerin ayırdedilebildiği, olup bitenlerin eski de olsa makul bir "neden-sonuç ilişkisi" içinde anlaşılabildiği bir ülkede mi yaşıyoruz ki, yerden yere vurulan bu zavallı paradigmayı terkedelim?
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |