T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
D Ü Ş Ü N C E   G Ü N D E M İ 30 ARALIK 2005 CUMA
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Bugünkü Yeni Şafak
 
  657'liler Ailesi
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Nar-ı Beyza
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

YÖNETEN:
Yusuf KAPLAN


YARATICI BİR RUH ÜFLEMEK DÜNYAYA...

Tarih felsefecisi Arnold Toynbee, 1947 yılında, "100 yıl içinde, İslâm, dünyanın geleceğini belirleyecek en önemli aktör konumuna gelecek" demişti. Şu ân bu sürece girildiğini bilmiyorum ne kadar görebiliyoruz?

Hıristiyanlık, daha Hz. İsa'nın vefatından sonraki süreçte paganlaştırılmış ve bitmişti. Ardından Rönesans ve Reformasyon, "kilise Hıristiyanlığı"na son darbeyi vuracak kıvılcımı çaktı. Budizm, Hinduizm, Şintozim, Taoizm ve Konfüçyanizm ise, ne yazık ki, ölü dinler'e dönüştürülerek, sadece albenili aksesuarlar olarak işlev görebilecek hâle getirilmiştir.

Seküler dünya tasavvurunun, diğer kültürlere ve medeniyetlere hayat hakkı tanımadığı için, dünyayı, bir yandan, nasıl tek tip ve tek boyutlu bir kültürün, öte yandansa, büyük kaosların, çatışmaların, haksızlıkların ortasına fırlattığını hep birlikte görüyoruz.

Dünyaya yeni bir ruh üflemek gerekiyor: Yaratıcı, ufuk ve çığır açıcı, kanatlandırıcı, kucaklayıcı bir ruh.

Bu ruhun, yalnızca İslâm tarafından üretilebileceği Batı'daki entelektüel ve siyasî çevrelerde de fark edildiği için, küresel sistemin aktörleri, Toynbee'nin öngörüsünü doğrularcasına, büyük bir telaşla bütün büyük projelerini İslâm'ın böylesi bir ruhu gerçekleştirmesini önlemeye dönük girişimlere hasretmiş durumdalar.

Dünyaya yaratıcı bir ruh üfleyecek yeni bir medeniyet tasavvurunun hayata geçirilmesi için bütün varlıklar âlemini sarıp sarmalayan bir hayat ve sanat tasavvurunun nasıl geliştirilebileceği sorusu üzerinde kafa patlatmamız gerekiyor.

Bugün düşünce gündemimize, tam da bu tür bir yaratıcı ruhun sanat ve edebiyat üzerinden nasıl üretilebileceğini derinlikli bir şekilde tartışan Leyla İpekçi Kaplanoğlu'nun ufuk ve çığır açıcı bir makalesini alıyoruz. Kaplanoğlu, bizi, tek boyutlu seküler dünya ve sanat algısının aksine, İslâm'ın hayat ve sanat tasavvurunun, birbirini bütünleyen, kışkırtan ve besleyen bütünlükçü, kuşatıcı ve çok boyutlu bir düzleme nasıl taşıdığını ve yeniden taşıyabileceği çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyor. Böylelikle, Türkiye'deki sanat çevrelerinin İslâm'a oryantalist gözlüklerle bakmasından kaynaklanan marazî algılama biçimlerinin daraltıcı ve boğucu ikliminden kurtulma zeminine çıkmış oluyoruz.
YUSUF KAPLAN


Müslüman edebiyatçı ve "kalem"

  • LEYLA İPEKÇİ KAPLANOĞLU
    Müslüman edebiyatçı için yaratılmış her varlığın Yaratan'ı tesbih ettiğini bilmek ve bu anlamda her varlıkta 'hayat' olduğunu düşünmek müthiş bir imkandır. İnsan için dünyadan sonra berzah ve ahiret hayatı da söz konusudur; ki, bu da sanatçının muhayyilesinde ölüm ile dirimi hep 'canlı' tutar. Bu bir 'vitalite', bir canlı öz katar baktığı her varlığa.

    SANATÇI İÇİN EŞSİZ ESİN KAYNAĞI: İLAHİ SIR

    Böylelikle kalemi tutan edebiyatçı ân'ı açılımlarken, o ân'ın kendisine sonsuzluğu hediye ettiğini fark eder. Çünkü ânın içinde aynı zamanda Rabbini daimi olarak anmakta olan çekirdek ve atom, güneş etrafında dönen gezegen, kalbe kan pompalayan damar, iki omuzda melek, Kâbe'ye yaklaştıkça yönünü değiştiren kuş, secde halindeki ay ile güneş, düşen yaprak, bulut, toz vardır. Yaratan'ın isim verdiği her varlığın O'nu anması müthiş bir sır barındırıyor aynı zamanda. Müslüman edebiyatçı işte biraz da bu sırrın izini süren kişidir. Sır nerede mi? Herkesin ve her şeyin biricik olduğundan hareketle, O'nun varlıktaki tecellisini yalnız ve yalnız insan'ın tahayyül edebilmesinde. Yalnız insan'dan bu sırrı taşıması talep edilmiştir. O insan ki, edebiyatın da baş kahramanı değil midir?

    Dünyaya gelen her varlığın diğerinden farklı oluşuyla birlikte müminin kalbine fısıldanan ilâhî sır "her birinizle bir başkayım" der adeta. Eşyaya, yüze, kainata, aynaya, öteki'ne hep bu bilinçle bakmak. İlk kez gibi veya son kez gibi... Eşsiz bir esin kaynağıdır sanatçı için. Bana "neden yazıyorsun" dediklerinde, "harflerle birlikte olmak için" diyorum kısaca. Ve ekliyorum: "O'ndan ödünç aldığım kelimeleri O'na geri vermek istiyorum." Aklıma uzun bir süredir İkra (oku!) diye başlayan Alak sûresi geliyor bu yanıtı verirken. Okuma yazma bilmeyen peygamberimize inen ilk vahyin ("Oku! İnsana bilmediklerini belleten kalemle yazmayı öğreten Rabbinin adıyla" çağrısının) hemen ardından nazil olan Nun (Kalem) sûresiyle de ilişkilendirilmelidir belki. Nun harfinin manasını ancak Allah bilir. (Ama çoğunlukla hokka ile manalandırılıyor) "Kaleme ve kalem tutanların yazdıklarına and olsun" diyerek başlayan sûrede bu yeminin hokka ile kaleme ve kalemin yazdıklarına yapıldığı söylenir.

    DİL, SÖZ VE ANLAM

    Kısacası, daha ilk andan 'Söz'ün düşey izleğini, yani yukarıdan indiğini kavrayan bir edebiyatçı, dilin bizi aslolana götürdüğünü, dolayısıyla yalnız bir araç, yalnız bir üslup olmadığını sezmeye başlayabilir. Anlamı yaratanın söz olması çok önemli; zira edebiyatçıyı "ğayb"dan söz etmeye teşvik eden de budur. Dünyayı göründüğü gibi tasvir etmek yerine dünyanın görünmez titreşimlerini, kendi tahayyülündeki dünyayı anlatabilir artık. Meselesi son derece dünyevî -mesela siyasî- bile olsa, bunu anlatış hâli bizi bir başka âleme götürebilecektir rahatlıkla.

    Bu durumda, edebiyatçı, belki de Tanpınar'ın eserlerindeki gibi buğulu bir camın ardından bakmaya başlayacaktır zamana. (Zaten vahye inanmanın kendisi, başlı başına yirmi üç yıllık bir zaman dilimini bir bütün olarak idrak etmeyi gerektirmez mi? Ve yine bir zaman ölçüsü olan hicretin -takvimin başlangıcı- iç manasını kavramayı?) Bu zaman aslâ dünyevî bir zaman diliminden ibaret değildir. Ne de ileri geri bir kronoloji izler. Bu, sanatçının bizi eseri yoluyla içine aldığı bir döngüsel zamandır artık. Yazar bizden güneşle ayın iniş ve kalkış hareketlerinde gölge'nin hakikatini ölçmemizi bekler. Ali Şeriati'nin deyişiyle, eserlerinde "orasını" "burada" hissettirme becerisi ve "burayı" "orası"nı çağrıştırır gibi anlatma becerisi dindar olsun olmasın iyi bir edebiyatçının sanatında ulaştığı dikeyliğin de kanıtıdır bence.

    VAHYEDİLMİŞ KELAM'IN SINIRSIZLIĞI

    Bu şekilde beslenen sanatçı için bence edebiyat, yine Şeriati'nin tabiriyle bir miraç arzusudur. Bu arzu onu gitgide incelmeye, yalınlaşmaya götürür, neredeyse sükûta ulaştırır. Beşir Ayvazoğlu, insanın erişmek istediği son merhalenin sükût olduğunu söylüyor. Şiir için eşsiz bir esinlenme değil midir sükut? İçimizden konuştuğumuz dile dönmek. Dünyanın ilk sessizliğine, ismin ilk haline ulaşmak gibi... Özellikle şiirde ve romanda bu tür bir altyapı kurma çabası edebiyatçıya eşsiz deneyimler kazandırmaz mı?

    Vahye inanmak, bizi aynı zamanda kişisel olarak tecrübe edemediklerimizi de kabullenmeye götürür. Böylelikle kişisel tecrübeyi ilahlaştırmamızı engeller. (Bugünün popüler kültüründe kişisel tecrübeler neredeyse tek ilah haline gelmedi mi?) Tercüman-ül Eşvak adlı yapıtıyla yüzyıllardır şairlere esin vermiş bir İslâm metafizikçisi olan İbn Arabi, tartışma yaratan "azap mefhumu"nu yorumlarken bile vahyedilmiş kelam'ın hakikatin tamamını kuşattığından hareketle, hiçbir zaman vahyin dışına çıkma ihtiyacı duymadığını belirtmiştir. Kalbinden teslim olmuş bir sanatçı, vahiyle gelen her harfe, sese kendini vermek isteyecektir. Ayetlerin açık ve daha derûnî manalarını kavramaya çalışacaktır. Bu uzun soluklu uğraşısı gerçek bir alçakgönüllülük de katar ona. Her yazdığına adeta bir vahiy muamelesi yapan edebiyatçının kibir ile motive olmasından çok daha farklı bir motivasyondur bu kuşkusuz.

    ANLAM KATMANLARI VE KEŞF ÇABASI

    Kur'ân'da bir anlam katmanından diğerine ulaşmaya niyet eden kişinin kalbi İnşirah suresinde dendiği gibi giderek açılır ve "her zorlukla birlikte bir kolaylık" gelir. Böylelikle vahiydeki tek tek her kelimenin, giderek takıların ve kavramların kullanımı, kimi yerlerde kesişip kimi yerde ayrışması, her birinin işaret ettiği anlam, fiillerin sentaksı vs. ayetlerin 'iç hakikati'ne doğru bir yolculuğa çıkarabilir kişiyi. Bu, müthiş bir derinleşme serüveni değil midir bir sanatçı için? Aynı ayetler üzerinde yüzyıllardır biriken sayısız tefsir ve her birinin kendisini gerçekleştirebilmesi için öncekilere atıfta bulunulması, vahyin orijinaline daima sadık tutmaz mı bizi? (Zaman geçtikçe Kur'an'ın manalarının genişlediği yönünde bir eğilimden de bahsediliyor.) Tüm bunlar, sanatçıya gelen ilhamın sadece bir 'keşf' olduğunu da durmadan hatırlatıyor sanırım.

    "Keşf hiçbir şeyi inkâr etmez, aksine, her şeyi kendi yerine koyar" der İbn Arabi. Evet, sanatçı bu durumda "surette birbirinden ayrı olanın hakikatte bir olduğunu" sezen kâşiftir. Yaratmak değil keşfetmektir ona göre insan yaratıcılığının hakikati. İlhamın, esinin, şevk, azim ve feyzin, giderek bir vecd halinde yazmanın hep vahiyle bir akrabalık içinde olduğunu, aynı kaynaktan yayıldığını görür. Kelimeleri bir terkip haline getirebilmek bir tür cüzi yaratıcılıktır diyelim bu sanatçı için. Çünkü her şey, Yaratan'ın yaratıcılığından bize gelmektedir. Ayvazoğlu'nun belirttiği gibi, "Leyla'nın güzelliği onda tecelli eden ilahi güzelliktir." Böyle bir insan tasavvuru, "her şeyi; dünyayı, kainatı ve bizzat kendimi ben yarattım" diye kibirlenen sanatçınınkinden çok farklıdır kuşkusuz.

    Peki bu farkın eserlere nasıl yansıdığını inceleyerek edebi değere dair bir hüküm vermek mümkün olmadığına göre, nerede uç verir bu farklılıklar? Müslüman sanatçıya göre Allah, âlemin Adem için yaratıldığını söyleyerek şereflendirmiştir insanı. Ve ona kendi nefesinden üflemiştir. Şimdi bu ilâhî nûru inkâr ederek yaratılışın hayvandan geldiğini söyleyen bir sanatçının insan tasavvuruyla mümininki elbette bir olmayacaktır. Dinin 'insan eli'yle yapılmış olduğunu savunan bir sanatçıyla, dini, beşerî bir imkan olarak görmeyen mümin sanatçının insan tasavvurunun da aynı olmadığını söylemek yeterlidir sanırım.

    AKIL, KALP VE RUHUN TİTREŞİMLERİ

    Edebiyatın ve bizzat sanatın dikey oluşu bence insanın ve dünyanın hakikatine yatay değil, tıpkı vahyedilmiş kelam gibi dikey bakılmasını talep etmektedir bizden. Martin Lings, "insanın kendi dünyasının düzlemi üzerinde ve ötesinde varolanı algılama aracı olarak" akıl melekesini gösterir. Ve aklın kalpte taht kurduğunu söyler. Burada kalp, insan'ın yer ile gök arasında bir bağlaç olmasını sağlayan düşey eksenin geçtiği nokta olan ruhun merkezidir. Böylesine dikey bir açı nasıl olur da sanatçıyı ısrarla yatay bir kibirde tutabilir ki? Müslüman olsun, başka dinden olsun ya da dinsiz olsun, bir sanatçı için vücuda getirdiği her eser, bir kibir nesnesi değil, aksine, kendi bilgisizliği değil midir aslında? Yazılmış tüm kitaplar "burada" kalmayacak mı eninde sonunda...

    Kur'an ve hadislerde çeşitli teşbihler, mecazi söylemler, "muğlak" anlamlar vardır. Allah'ın "iki eli"nden her şeyi gören "göz"ünden bahsedilir ama O'nun her türlü benzetmeden münezzeh olduğu, eşsiz ve benzersiz olduğu da vurgulanır. Bu tür bir okuma biçimini benimseyen edebiyatçının muhayyilesi gitgide zenginleşir. Ecel, berzah, sidret-ül münteha, elest, hutame ateşi, Firdevs cenneti, mizan gibi kavramlar üzerine düşünmek, yıldızlar kadar melekleri merak etmek... Tüm bunlar dikey bir iç eksende kavranır ve başkasına aktarılamaz bir hakikatle kuşatır sanatçıyı. İşte edebiyatçı o vakit kendi 'ben'ini değil, benzetmelerle, çağrışımlarla, imgelerle yani edebiyatın edebiyle aslında Allah'ı ifade etmeye, O'nu anmaya başlayacaktır. (Kendisi bunun bilincinde olmasa da, adını dindarlık koymasa da.)

    Başladığımız yere dönelim. Kalem de belki diğer mahlukat gibi 'hayat' doludur. Ve belki kalem gibi bir nesne de Yaratan'ı tesbih ettiği sürece 'can'lıdır. Fuzûlî, Divan'ını yazarken; Mevlânâ, Mesnevî'sini; Şeyh Galip, Hüsnü Aşk'ını; İbn Arabi, Tercüman-ül Eşvak'ını yazarken bu canın kaynağı, bu hayatın hakikati hep ilâhî aşktı. Ve aşk, baş kahramanı insan olan edebiyatın da ana teması değil midir?

    Geri dön   Yazdır   Yukarı


  • ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Kültür | Spor | Yazarlar
    Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
    Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi