AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ
Bugünkü Yeni Şafak
Y A Z A R L A R
Kadınca anılar arasında

Hatırat metinlerinin, umumiyetle hatıralarını kaleme alanlar açısından ve dahi zaman bakımından sadece 'geçmiş' ve 'hâl'e değil, aynı zamanda 'istikbal'e ilişkin bir 'savunma'nın ve tabiatıyla bir 'hesaplaşma'nın ürünü oldukları malumdur.

Yaşamda hep bir şeyler eksiktir. Öyle ki insan yaşamından, daima yaşan(a)mamış, söylen(e)memiş bir şeyler kalır geriye. Hatırat sahipleri yazdıklarıyla bu eksikliği kapamaya çalışırlar ister istemez. Oldukları gibi değil, olmak istedikleri gibi görünmek ve görülmek isterler. Kolayca ve bazen hiç farkına varmaksızın kendilerini de, okurlarını da kandırmaya çalışmaları, bu isteklerinin doğal sonucudur. Nitekim tarihçilerin hatıra metinlerine temkinle yaklaşmalarının bir nedeni de budur. Oysa insan bilinci, yalana başvururken bile doğru'dan yararlanmak, doğru'ya dayanmak ihtiyacı hisseder.

Ayrıntılar, ah şu ayrıntılar, bütün dikkatine rağmen sahibini nasıl da ele verir; farklı insanî tecrübelerden misaller devşirmenin değerini bilenlere ne denli zengin hazineler sunar!?

Günlükleri ve hatta mektupları, hatıratlara tercih ederim. Çünkü yayımlanmak amacıyla yazılmamışlarsa, günlükler ve mektuplar, hatıratlardan daha dolayımsız, daha içtendir. Kadınlar sözkonusu olduğunda, bu ayrımın, çok daha inceleceği, keskinleşeceği kuşkusuzdur.

Geçen hafta okumuş olduğum hâtıratlar arasında dört tanesi, dört kadın tarafından yazılmıştı. Peşisıra okumanın, benim için daha öğretici, daha heyecan verici olduğunu itiraf etmeliyim.

1) Prenses Süreyya, "Sürgündeki Prenses Süreyya" (Kaknüs Yayınları, İstanbul, 2003)

2) Farah Pehlevî, "Anılar" (Dünya Yayıncılık, İstanbul, 2004)

3) Kraliçe Nur "Kader Atlayışı: Beklenmedik Bir Yaşamın Anıları" (İstanbul, İnkilap Kitabevi, 2004)

4) Cihan Sedat, "Piramit Yolunda Aşkın ve Devrimin Hikâyesi", (Kaknüs Yayınları, İstanbul, 2004)

Dördü de kadın... dördü de first lady... dördü de çağdaş... dördü de şöyle veya böyle birbirlerine yakın tecrübelerin sahibi... benzer zaaflar... benzer kompleksler... benzer arzu ve hayaller... hatta benzer düşkırıklıkları... kısacası benzer yazgılar...

Bu hatıra demetlerini uzun uzun tahlil etmek isterdim. Bilhassa Ortadoğu'nun yakın tarihi açısından bu dört kadının bulunduğu noktadan olup bitenlerin nasıl görüldüğünü analiz edip "siyaset ve kadın" üzerine bir şeyler söylemek isterdim. Ne ki hâlim böylesi uzun bir yolculuğa izin vermediği için, şimdilik kısa bir-iki anektodla yetinmek durumundayım.

"Sürgündeki Prenses Süreyya" (İstanbul, Aralık 2003) adıyla yayımlanan hatırattan ilgi çekici bulacağınızı düşündüğüm şu pasajı, dilerseniz gelin birlikte okuyalım:

- "Tevrat'ta adı geçen zamanlardan kalma bir gelenek olan bu kurban âdeti anlatılamayacak kadar korkunçtu. Yollardan arabayla gayet yavaş geçiyorduk; her iki-üç metrede bir, ya bir deve ya da bir koyun boynu kesilmiş yatıyordu. Birçok yerde de koyun ve deve yerine inekleri ve gencecik danaları kurban ediyorlardı. Zavallılar gözlerimizin önünde bağırıp çırpınıyorlardı; fışkıran kanlar bizim arabaya kadar geliyordu. Bu kanlı manzaraya dayanamıyordum. Şah bana "Bu hayvanların eti fakir fukaraya dağıtılacak" diye açıklama yapıyordu; fakat sözleri bir kulağımdan girip öbür kulağımdan çıkıyordu. Duygularımı belli etmemek için kendimi zor tutuyordum. Şah'la yaptığımız resmî yurt gezisinde de aynı şekilde kurbanlar kesildiği halde gene de alışamamıştım. Eskiden beri hayvanları çok severim. Onların bu şekilde boğazlanmasına tahammül edemiyordum." (s. 84)

Hayvanları böylesi çok seven bir kadıncağıza (!) bu abartılı tasvirleri çok görmemek lâzım. Hadi kendisinin, gayet memnun bir halde, "[Hindistan'da] her gittiğimiz yerde mihracelerin misafiri oluyorduk. Bu arada bizim için av eğlentileri düzenleyip kaplan ve fil avlıyorlardı." (s. 195) gibi açıklamalarına da takılmayalım. Lâkin birdenbire aynı hatıratta şu satırların da yer aldığını hatırladığımızda, "hayvanları çok seven bu zavallı kadıncağızın" okurlarının gözlerinin içine baka baka "numara çektiğini" (!) düşünmekten kendimizi alabilir miyiz?

- "Bir taraftan da tüfek kullanmaya başlamış ve dokuz yaşıma geldiğimde iyi bir nişancı olmuştum; havada uçan bir kuşa ateş eder, hatta istersem kanadından vururdum. Sonraları ceylan avına çıkmaya başladım. Başlangıçta bu zavallı yaratıklardan biri yaralandığında, hemen ağlamaya başlardım. Sonra sonra alışıp ağlamaz olmuştum. Bugün de hayvanlara acımamak konusunda, herhangi bir erkek avcıyla boy ölçüşebilirim." (s. 40-41)

Mesele kurban olunca, acıklı tasvirlerle "Eskiden beri hayvanları çok sevdiğini" itiraf eden gözü yaşlı prensesimiz, iş avcılığa gelince, "hayvanlara acımamak" konusundaki hodgâmlığıyla övünmekten nedense hiç çekinmiyor.

Arasokakların tarihinde her zaman bakmaya değer hoş şeyler vardır; yeter ki görmeyi bilin!

Not: Artık ister istemez yarın da Farah Diba'nın anılarından küçük bir ayrıntıyla meşgul olacağız.


15 Ekim 2005
Cumartesi
 
DÜCANE CÜNDİOĞLU


Künye
Temsilcilikler
Abone Formu
Mesaj Formu
Online İlan

ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi
Dünya | Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon
Ramazan | Arşiv | Bilişim | Dizi
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED