|
|
|
|
|
|
|
|
|
Genç ilim taliplerinin öğrenmeleri hızlı, bellekleri kuvvetli ve fakat kavrayışları zayıf olur. Bu da gayet tabiidir; zira gençlikte bedenî yetiler hemen sonuç almaya müsait iken, zihnî yetiler -yeterli eğitimi henüz almamış ve aldıklarını da tamamlamamış olduğu için- istenildiği kapasitede faal olamazlar. Gençler belleklerine güvenirler, belleklerinde kayıtlı bilgilere… Lâkin bu, akıl yetisinin gücüyle değil, zekâ yetisinin gücüyle alâkalıdır. Çünkü duyular aracılığıyla edinilmiş verileri zihinde tutmak kolaydır, pek çaba gerektirmez. Meselâ seyredilen bir filmi, dinlenilen bir müziği, bizzat yaşanılan bir olayı bellekte tutmak ve hatta uzun yıllar sonra bellekten alıp kullanmak kolaydır. Bu imkânlar da elbette bir yere kadardır; zira 70 yaşından sonra yazılacak hatıralar hep eksikliklerle ve hatta hatalarla malul olurlar. Bugün yanlış olarak 'soyut' olmakla nitelenen kavramlara gelince, genç zihinler onları 'kavram' olarak değil, genellikle 'sözcük' olarak bellekte muhafaza ederler. Bu nedenle üniversite öğrencilerinin çoğu, ileriki yıllarda değil üniversite imtihanlarında verdikleri cevapları, soruları bile hatırlamazlar. Aldıkları modern eğitim kendilerine kavramlardan ziyade sözcükleri belletir. Dilbilgisi dersi görmüş kaç kişi bugün 'sözcük' sözcüğünün tanımını yapabiliyor? 'Yüklem' ile 'eylem' arasındaki farkı özel ilgi alanına girmediği takdirde gösterebilecek kaç kişi çıkıyor? Matematik tahsil edip de "Sayı nedir?" sorusunun cevabını merak etmiş kaç kişi var? Eğitim sistemi, kendilerinden terimleri anlamalarını değil, kullanmalarını istediği için, onlar da sadece kullanmakla yetiniyorlar; tıpkı ehliyet imtihanına hazırlananların imtihanı geçtikten sonra trafik kurallarını hatırlayamaması gibi. Niçin hatırlasınlar ki, artık kullanıyorlar. Lâkin yaş ilerledikçe, kişinin kavrama yetisi, belleme yetisinin üzerine çıkar. Belki bellek zayıflar ama ilgiye değer bir biçimde kavrama ve yorumlama yetisi hızlanır. "Sinn-i kemâl" (olgunluk yaşı) denilen 40 yaşı, -İmam Gazâlî'nin de dediği gibi- bedenî yetilerin zayıflamaya, buna mukabil zihnî yetilerin güçlenmeye başladığı yeni dönemin başı ve başlangıcıdır. Klasik tıbba göre kişi 30 yaşına kadar büyür, 40 yaşına kadar gelişir, 60 yaşına kadar olgunlaşırdı. 60'tan sonrası yaşlılığın başlangıcıydı. Nitekim klasik eğitim de bu sıralamaya göre verilirdi. Tekrar ve ezberin yapıldığı yıllar büyüme çağlarıydı. İstisnaları dikkate almazsak, kişi 20 yaşına kadar beller; 30 yaşına kadar bellediklerini anlamaya çalışır, 40 yaşına kadar vaktini anladıklarını kavramakla geçirirdi. Kişi 40'tan sonra kendi adına konuşurdu, konuşmak istiyorsa… Tekrar ve ezber olmadıkça klasik ilimlerin anlaşılması ve kavranılması zordur. Kişi elbette "ezbere konuşmak"la veya "malumu ilam etmek"le ya da "tahsil-i hasıl/hasıl-ı tahsil" ile suçlanabilir, eleştirilebilir; bu çok tabiidir. Fakat burada kastedilen tekrar ve ezberin olumsuz veya kötü bir teknik olması değildir; bilâkis bu tür ifadelerle kudema tekrar ve ezberden sonraki aşamaya geçilememiş olduğuna işaret ederlerdi. Bizim geleneğimizde Hakk'ın Kelâmı (Kur'an-ı Kerim) ve Efendimizin (s.a) sözleri (ehadis-i şerife) ezberlenir, ezberleyenlere de 'hâfız' ve 'kurrâ' denilirdi. Kelâm-ı kibar, yani seçkin sözler de, sözlerin seçkinlerinden olan şiirler de ezberlenirdi. Ezber ise sözlü kültürün mensuplarına tekrarlama, hafızayı tazeleme, ezberlenenleri pekiştirme imkânı verirdi. Bütün ilimler sadece 'mensur' değil, 'manzum' olarak da yazılırdı ve talebelerin tahsil ettikleri ilimlerin terimlerini kolaylıkla ezberlemelerine işte böylelikle yardımcı olunurdu. Geleneğimizde bütün ilimlerin temel metinleri manzum olarak yazılmıştır; medrese talebeleri ilim tahsil etmeye başladıklarında bu manzum metinleri ezberlerler ve böylelikle hafızalarında taşıdıkları farklı ilimlerden yüzlerce tanımın kavramlarını görmeye vakit ayırabilirlerdi. Hele hele bir de bu talebelerin Arapça, Farsça, Türkçe ve Arapça-Türkçe, Farsça-Türkçe terimleri birlikte öğrendikleri düşünülürse, bu yolla hafızalarını nasıl güçlendirmiş olduklarını tahmin etmek hiç de güç olmaz. Bellek bir balona benzer; şişirildikçe genişler, kullanıldıkça güçlenir. Tekrar ve ezber yeteneği güçlendirilmemiş zihinler ise, içi su doldurulup boşaltılmış balon gibidir; istediğiniz kadar içine hava üfleyiniz, cidarları birbirine yapıştığından dolayı yine de şişmez; şişmediği için de göğe doğru yükselemez. (Lâtife yapmak isteseydim şöyle derdim: Bu tür balon lastikleri bir sapana bağlanıp başkalarına nohut ve leblebi atmakta kullanılabilir.) "Beyin sulanması" klasik tıbba ait bir deyiştir ve yaşlandıkça kişinin dimağ loplarının kenarlarına muayyen suların toplandığı ve bu suların belleğin zayıflamasına yol açtığı kabul edilirdi. Dört unsurdan (anâsır-ı erbaa'dan) hava ve su yaşlılığın, toprak ve ateş ise gençliğin alâmeti idi. Toprak ve ateş belleğin, hava ve su da idrak yetisinin gücüne delâlet ederdi. Gençlerin belleklerinin güçlü olmasına mukabil yorum yetilerinin zayıf olması, buna mukabil yaşlı kimselerin ise belleklerinin zayıf olmasına mukabil yorum yetilerinin güçlü olması da bu teoriyle izah edilirdi. (Şimdi bu bilgiler modern tıb tarafından pek desteklenmiyor; ellerinde daha ciddi hurafeler var: IQ ölçmek gibi, harika çocukları tesbit etmek gibi.) Sözün özü, sözcüklerden terimlere, terimlerden kavramlara, kavramlardan varolanlara, varolanlardan varlığa yürüyebilmek için belleği en kısa zamanda güçlendirmek, sonra bellekten zekâya, zekâdan akla yükselmek gerekir. Peki sonra ne gelir? Sonra, elbette gönlün ve dolayısıyla duyguların terbiyesine sıra gelir. Gönlün ve duyguların terbiyesi için takip edilecek yolun yordamı için kitaplara değil, Hz. İnsan'a ihtiyacımız var. Hz. İnsan'ı ise bilginlerin arasında değil, bilgelerin arasında bulabiliriz, sanıyorum.
|
|
![]() |
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Sağlık | Arşiv Bilişim | Dizi | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |