AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

D Ü Ş Ü N C E    G Ü N L Ü Ğ Ü
Türkiye'de dayağın arkeolojisi

Dayak olayının içine bir arkeolojik kazı yaparak girdiğimizde, orada dayağın görünen unsurlarının arkaplanında asıl unsurun, asıl besleyici kaynağın, belki de asıl sebebin bulunduğunu görmekteyiz. Nedir bu asıl unsur veya sebep? Toplum... Toplumun sosyokültürel özellikleri... Dayağın toplumsal ve kültürel temelleri...

Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu'na bağlı Malatya Çocuk Yuvası'nda yaşanan dayak olayı, Türkiye'nin hemen hemenbütün kesimlerini yaklaşık bir haftadır bu olaya kilitlendi. İşin dikkati çeken en önemli yanı ise, sivil ya da resmi bir çok kişi, grup veya partinin olayı siyasal alana çekerek değerlendirmesiydi. Bu durumun hala aynen devam ettiğini görebilmekteyiz. Olaya soğukkanlı ve bilimsel yaklaşanlar hiç kuşkusuz vardı, ama onların sayısı da son derece sınırlıydı.

Elbette küçücük yavrucaklara dayak atmanın, bırakınız dayağı en küçük bir hakarette bulunmanın, savunabilecek, kabul edilebilicek, şu veya bu şekilde ve şu veya bu araçla meşrulaştırılabilecek bir tarafı yoktur. Fakat bu tür konuları, hele hele çocuk gibi toplumun geçmişiyle geleceğini buluşturan, toplumun temel taşı olan, toplumun geleceğini inşa eden bir varlıkla ilgili hassas konuları, duygusallıktan uzak, siyasal ve ideolojik hesaplaşma ve de tepki koyma yoluna baş vurmaksızın bilimsel ölçütler içinde ve anlayıcı bir yaklaşımla, empati ve sempati kurarak ele almak, değerlendirmek ve yorumlamak tek çıkış yolu olarak gözükmektedir. Çünkü olayla ilgili doğru sonuçlara ulaşmamızın yegane yolu budur. Bu noktada bundan başka bir yol izlemek, bizi çıkmaza götürür, sorunu çözebilecek zeminin oluşmasını daha baştan önler.

O halde konuya bu zaviyeden baktığımızda, ne görüyoruz vedayak olayının kültürümüzün bir parçası olmaktan çıkması için ne yapmak gerekir? Önce ne gördüğümüze ve gördüklerimizin toplumsal temellerine, sonra da ne yapmak gerektiğine bakmaya çalışalım.

TOPLUMSAL BİR FENOMEN OLARAK DAYAK

Malatya'da meydana gelen olayın ilk fırsatta "görünen" unsurları, bizzat dayak atanlar, bizzat dayak yiyenler, dayağa şahit olan çocuk ve görevliler, kurumun bütün sorumlu ilgili ve yetkili aktörleri, mekan, yani dayağın atıldığı yuvanın fiziki şartları, zaman ve medyadır. Bunlar, olayın gerçekleşmesinde ve toplum tarafından paylaşılmasında görünen belirleyici unsurlardır. Bu olayın gerçekleşmesinde, dayakçı rolünü üstlenen kişiler ve bunlardan sorumlu olan ilgili ve yetkililer, tabii ki bu eylemi icra etmek ve icra edilmesine bir tür izin vermekle toplum ve yetkili merciler tarafından gerekli tepkileri alırlar ve almışlardır da. Malatya örneğinde hem Malatya halkı ve Türkiye'nin hemen hemen bütün kesimleri büyük bir tepki göstermiş, hem de olayla ilgili yasal ve hukuki süreç başlatılmıştır. Bütün bunlar doğru tespitlerdir. Olayın fotoğrafıdır bu. Ama acaba gerçekten bu dayak olayını anlayabilmemiz için bu kadarı yeter mi ve sorumlu, suçlu olanlar, sadece dayak atanlarla onlara iş veren yetkili kişi ve kurumlardan mı ibarettir? Bu konu üzerinde çok düşünmemiz gerek...

Dayak olayının içine bir arkeolojik kazı yaparak girdiğimizde, orada dayağın görünen unsurlarının arkaplanında asıl unsurun, asıl besleyici kaynağın, belki de asıl sebebin bulunduğunu görmekteyiz. Nedir bu asıl unsur veya sebep? Toplum... Toplumun sosyokültürel özellikleri... Dayağın toplumsal ve kültürel temelleri...

Ben olaya baktığım zaman, traji-komik birboyut da görüyorum: Bir yandan dayak olayıyla infiale uğrayan ve aşırı bir tepki ortaya koyan halk, bir yandan da kendisi dayakla yetişmiş ve dayak atan, dayağı hayatının bir parçası yapan halk. Bunun ikisini yapa da aynı halk, aynı toplum...

İşin doğrusuna gelirsek, bizim toplum olarak dayağı içselleştirdiğimiz, hatta bir eğitim aracı olarak gördüğümüz; ailede, okulda, çarşıda, pazarda, atölyede, fabrikada, bakkalda, markette, bazı kurum ve kuruluşlarda vs. vazgeçilmez bir hizaya getirme, adam etme, eğitme yolu olarak gördüğümüz gerçeğiyle karşılaşırız...

Bu istatiki çalışmalara bile gerek duyurmayacak kadar açık bir gerçektir Türkiye'mizde. Bir şiddet türü olarak dayak, bizim sosyal hayatımızın bütün boyutlarında var. Sosyal ilişkilerimizde sevginin yerine korkunun hakim olmasında temel faktörlerden biridir dayak...

Dayak yiyerek büyüyen insan, dayak atar: Baba veya anne ise çocuğuna, öğretmen ise öğrencisine, usta veya kalfa ise işçisine veya çırağına, üst/amir ise astına/memuruna vs. hakaret eder, zor kullanır, dayak atar bizim toplumumuzda. Adeta kültürel genlerimize yerleşmiştir dayak...

Dayak yiyenler de sonradan gelenlere aynı aynı şeyi yaparlar...

Toplumun yetişkin insanlarını esas alırsak, dayak atan da yiyen de aslında dayağı yeğler bir noktaya gelmiş. Ben çok insana rastladım, dayak yiyip de dayağı davranışının hukuki veya yasal sonuçlarıyla karşılaşmaya yağleyen, "Ceza alacağıma dayak yiyeyim daha iyi" diyen. Bu bilindiği için dayak atanlar da "Cezaya mı yoksa dayak yiyip kurtulmayı mı tercih edersin?" diyerek dayağı birbakıma özendirirler... Anne ve baba dayak attığı gibi, çocuğunu öğretmenine, ustasına, amirine vs. "teslim eder"ken "Eti senin, kemiği benim" demeyi de ihmal etmez... Öğretmen dayak atarken, "Bazı insanları ancak dayak adam eder" yargısından hareket eder...

Koca karısını döverken bunlara benzer gerekçeler üretir... Bazen dini gerekçeler de getirirler... 1 Hoca veya anne ve baba dayak atarken "Dayak Cennet'ten çıkmadır" fehvasını esas alırlar... Anne ve baba, çocuğuna dini emirleri öğretir ve yerine getirtirken, çeşitli dini metinlerden referansla dayak atar... 2 Burada dayağın nasıl da din ile meşrulaştırıldığına tanık oluyoruz. Daha neler neler...

NE YAPMALI?

Şimdi bakalım, suçlu kim? Yanlışlık nerede? Bir toplumsal problem ise bu, o halde sorumluluğun kaynağına daha makro düzeyde bakıp ona göre hal çareleri aramak gerekmez mi?

Evet, tabii ki gerekir. Doğrusu da budur. Açıktır ki bu problemin kaymağı toplum ise, toplumun kültüründe dayak olayı normalleşmiş ise ya da dayak planında toplumun patolojikleşmesi söz konusu ise, yapılacak tek şey vardır, o da uzun vadeli hukuki ve kurumsal düzenlemeler yapmak ve topyekün bir eğitim faaliyetiyle dayak olayını ortadan kaldırmak...

Burada bir zihniyet sorunuyla karşı karşıya olduğumuzu unutmamamız gerekir. Toplumun bilinç bileşenlerinin içinde dayağa yer vermeyecekşekilde bir zihniyet dönüşümü gerekiyor. Bunun da yolu külli bir eğitimden, dini metinleri doğru anlamak ve anlatmaktan, insan merkezli bir eğitim anlayışını yürürlüğe koymaktan geçer.

KAYNAK:

1 4/Nisâ, 34.ayet gerekçe gösterilerek hanıma dayak atılması, bize göre Kur'an'ın ve Sünnet'in genel insan yaklaşımıyla uyuşmamaktadır. O ayette genel bir hüküm verilmekte ve sadece fiili bir durum ele alınmaktadır.

2 İslam'da özellikle bir rivayete dayanarak çocuğa dayak atılabileceğini savunmak doğru görünmemektedir. Bu rivayette İslam Peygamberi şöyle demektedir:

Çocuğunuz yedi yaşına geldiğinde ona namazı öğretiniz (emrediniz). On (bazı rivayetlerde on üç) yaşına geldiğinde (namaz kılmazsa), kılması konusunda ısrar ediniz. (fadribûhu aleyhâ). (Ebû Davud, "Salât", 26: 332-333)

Bu hadîsi sahih kabul etmemiz durumunda metnindeki "fadribûhu aleyhâ"nın anlamını biz, dil, mantık, Kur'an ve Sünnet açısından "onu dövünüz" biçiminde değil, "onların namaz kılmaları konusunda ısrar edin" veya "onların namaz kılmalarını sağlama konusunda sabırlı olun" biçiminde anlıyoruz. Bu yorumun Kur'an'a ve Peygamber'in Sünneti'ne uygun olduğu kanaatindeyiz.

  • Doç. Dr. Ejder Okumuş

  • (Dicle Ü. İlahiyat F.)

     'Sakal-ı şerif'e kartezyen bakış

    Geçen günlerdeki sakal-ı şerif tartışmalarında olayın siyasi boyutu sebebiyle gözden kaçan önemli bir ayrıntıya değinmek istiyorum. Aslında ayrıntı demek yerine işin esaslı boyutu desek daha doğru olur. Fehmi Koru'nun Kültür Bakanı'nın tavrı konusunda Taha Kıvanç köşesinde açıklamış olduğu malumatı okumamış olsaydım, ben de Sakal-ı Şerif'i ayağa getirmenin ne anlama geldiği hakkındaki görüşlerimi yazacaktım. Ama olay medyanın yansıttığı şekilde değilmiş.

    Sakal-ı şerif, bilindiği gibi Allah Rasülü'nün maddesine ait, mübarek yüzünü güzelleştiren bir unsur.

    Kutsal mı?

    Hazret-i Peygamber'in zahiri, manasından ayrı ise kutsal değil; manası zahirinin, zahiri de manasının mütemmimi halinde birbirinden ayrılmaz iki yönü ise onun kutsiyetine iman etmemiz mecburiyeti ortaya çıkıyor.

    Descartes, ruh ile maddeyi birbirinden ayırdı. Ruhu dünyevi aklın görüş alanı dışında ilen etti ve madde ile aklı anahtar-kilit gibi birbiriyle uyumlu gerçek iki cevher olarak kabul etti. Maddeyi idrak ediyoruz, şu halde gerçeklik maddededir dedi. Dekart böylece, ruhi akılla maddi aklı da birbirinden ayırmış oldu. Maddeyi ruhtan mutlak olarak tenzih etti. Dekart Hıristiyan-Batı kültürü içinde yetişmiş bir filozof olarak Hz. İsa'nın dünyevi işlere karıştırılmaması gerektiğini de böylece ima etmiş oldu. Çünkü, İsa Ruh'tur. Bu düşünce, Batı akılcılarının İbn-i Rüşt'ten etkilenerek kiliseyi sosyal ve bilimsel alandan tahliye etme girişimlerine tümden Hz. İsa'yı maddi alan tasarrufundan men ederek destek çıkmış ve son noktayı koymuş olmalıdır.

    Aydınlanmacı akılcıların bu tezi, insanı kesin bir çizgiyle ikiye ayırmış oldu. İnsan mana ve madde olarak iki parçadır ve mana şehadet âleminde görünür olmadığından dolayı kutsaldır ve O'nun işi Tanrıyladır. Madde ise kendi determinel yapısı içinde insan aklının idrak alanı kapsamında varolabilen tamamen seküler bir unsurlar bütünüdür. Yani kutsal değildir. İnsan ve mevcudat için "kutsal olan-kutsal olmayan" şeklinde bir düel yapı tanımına gitmekle kartezyen düşünce, ruhun (mananın) egemenlik alanı ile maddenin egemenlik alanını birbirinden ayırmış oldu. Bu da ontolojik laiklik olarak tanımlanabilir.

    İslam düşüncesi köklerine Antik Yunan'da rastladığımız bu ayrım mantığına Gazali eliyle karşı çıktı. Bu düşünceye göre, kainat ilahi esmanın tecellisine aynadır. İlahi esma ise Allah'ın zâtından ne ayrıdır ne de O'nun gayrıdır. Bu şu demektir: İlahi esmanın tecelli düzlemi olan kainat, Allah'ın kendisi değildir fakat Allah'ın kendisinden tamamıyla ayrılmış da değildir. Dikey anlamda yaratma, sevketme noktasında Allah'ın tasarrufu dışında görülemez; yatay planda ise Allah, kainatın maddi suretlerinin faniliğinden münezzehtir. Çünkü Allah Bâkidir.

    İlahi isimlerin toplu halde en mükemmel tecelligahı insan-ı kâmil'dir. İnsan diğer varlıklara nazaran daha mükemmeldir ve hatta o varlıkları teshir edebilecek kabiliyette yaratılmıştır. İlahi esma mükemmel olduğuna göre kâmil yansımasını varlığın en güzel kıvamda yaratılmış olanında gösterir. Bu tecelliyi en güzel şekilde gösterebilen insan-ı kâmiller, peygamberlerdir. Ferdiyet planında ise bu peygamberlerin bir toplam mükemmelliğine sahip olan Hz. Muhammed (S.A.V.) dir.

    Hatem-i Enbiya olan yani tüm nebilerin bütün özelliklerini en son mühürleyen Allah Rasulü, ilahi isimlerin en olgun şekilde kendi mana/öz ve suretinde/zahirinde tecellisini de mühürleyendir. Tamlık içerisinde ilahi tecelliye aynalık edebilen yaratılışıyla Hz. Peygamber sürekli kâmillikte yaratılıyor oluşuyla Allah ile tam bir irtibat halindedir fakat beşeri faniliği/sınırlılığı bakımından Allah O'ndan münezzehtir.

    Şu halde Hz. Muhammed ferdi varlığının bütünlüğü çerçevesinde "zâhir"i, "mana"sından nasıl ayrı düşünülmezse suretinin bir unsuru olan sakal-ı şerifinin de ilahi tecelliden mahrum olduğu söylenemez.

    Sakal-ı şerifi'in, Hz. Peygamber'in maddesinin bir parçası olduğunu ifade ederek kutsal olmadığını iddia eden görüş, kartezyen düşüncenin ruh ile maddeyi birbirinden mutlak olarak tenzih eden (ayıran) mantığının bir parçasıdır. Allah Rasulü'nün şekli yapısı içinde sakal-ı şerif değersiz tamamen beşeri kabul edilirse bu sakal-ı şerifle sınırlı kalmayıp, Hz. Peygamberin tümüyle zahirinin de kutsiyetten uzak olduğu iddiasına kadar gider ki, sonuçta peygamberliği tamamen manevi, dünya ile ilgisi olmayan bir müessese olduğu neticesine kadar varır.

    Bu da, Hatem-i Enbiya'yı dahası Hatem-i Nas'ı kartezyen bir dünya görüşüyle yorumlamaktan başka bir şey değildir.

  • SAİT MERMER

     YÖK eğitim sistemini nasıl etkiliyor

    Bugün Türkiye'de YÖK'ün getirdiği sistemin eğitimdeki genel portresi içler acısıdır. 92 den beri açılan bir devlet üniversitesi yoktur. Nufusu 70 milyon olan ülkede bu yıl üniversite sınavlarına yaklaşık 2 milyon kişi girmiş bunların 400 bini yani %20 si yerleştirilmiş 1,5 milyon kişi açıkta kalmıştır. Oysa hedef %30 olacaktı. Bunların yarısı 4 yıllık programlı fakültelere yarısı da 2 yıllık programlı, yüksek okullara yerleştirildi. Nufusun %10'u işsiz gençler Türk kimliğine hiç de yakışmayan yabancı formatlı TUS programlarından medet umarak hayatlarını riske ediyorlar. Üniversitelerdeki bilişsel araştırma düzeyi dünya ve Avrupa standartlarının çok çok altıda bulunmaktadır. Yani YÖK, eğitim sistemini olumsuz etkilemektedir.

    YÖK ve rektörlerin çoğunluğu, statü ve çıkar ilişkileriyle beslenen bir aşiret ve cemaat tablosu çiziyorlar. Diktasını insan ergonometrisiyle hiç bağdaşmayan mega makam odalarında ifa eden Rektörler meşrebine uymayan akademisyenleri, "İstifa et, emekli ol aksi halde mahkemelerde süründürürüm" diye tehdit ediyorlar. 12 Eylül cuntasının armağanı YÖK kuruluşunda özellikle Kemal GÜRÜZ döneminde kışla zihniyetiyle yönetildi. Rektörler saltanatı başladı. Akademisyenler fişlendi. Gerek ideolojik gerek bilimsel gerek şahsi nedenlerle sakıncalı, bulduğu personeli baskı altına aldı. 75 bin öğretim üye ve elemanı potansiyel suçlu ilan edildi. Hiçbir zaman yükselemeyeceksiniz diyerek dışlandı , atamalar engellendi, istifa zinciri oluşturuldu. Direnen akademisyenleri düz memur gibi akademik konularıyla PKD tezleriyle hiç ilgisi olmayan alanlarda , çok kötü şartlarda , bilgilenme yazı yazma özgürlüklerini ellerinden alarak, hatta kaloriferli binada radyötörü sökülmüş buz gibi odalarda, hatta akıl özürlü elemanlarla yüz yüze oturmak zorunda bırakarak işkence ettiler.

    TEK TİP ÜNİVERSİTE HEDEFLENİYOR

    Tüm Öğretim Üyeleri Derneği Başkanı Tahir Hatipoğlu, YÖK'ün jandarma istihbaratını kullandığını söylemektedir. Halen İstanbul'da da benzer biçimde güvenlik görevlilerine akademisyeni odadan çıktığı anda dakika kesebiyle görev yerini terk etti. . .. saat sonra döndü gibi tutanak tutturup soruşturma açtıran, rektör diktası, akademisyenin doçent olup olamayacağını dahi yorumluyor. 27 Mayıs darbesiyle 142'lik, 12 Eylül darbesiyle 1402'likler sonra Gürüzlük mağdurlar için mahkeme kararlarını dahi çiğneyerek rektörün inisiyatifiyle "tek tip" üniversite hedefliyor.

    232 yıllık geçmişi olan devletin en üst kademelerine yönetici yetiştirmiş İTÜ rektörünün 18.09.2005 günlü Cumhuriyet'teki yazısında "akademik yükselmeler açısından önüne gereksiz engeller konan, kadro sıkıntısındaki akademisyenler ya birbirleriyle ya da üniversiteyle mahkeme sarmalına düşüyor. Bölüm ve fakültelerin bazılarında yığılma olurken, bir yandan küskünler hayatından bezmişler ordusu yaratılıyor" diyerek tabloyu çizmektedir.

    Bilgi ve enformasyon çağında gereksiz işlerle vakit kaybetmeyen, yetişmiş insan gücünü ülke gereksinimlerine çözüm bulmaya transfer edebilen, adil, tarafsız, sistemli, programlı bir yükseköğretim planlamasına gerek duyulmaktadır.

    Atatürk ticaretinin millet iradesini nasıl etkileyeceğini zaman gösterecektir. Şu anda üniversitelerde kadrolaşma had safhadadır. Hükümet-yargı-Yök üçgeninde yanlış yapılırsa Cumhurun oyları ve milletin iradesi devreye girecektir. Ya yozlaşmış, deforme olmuş eğitim sistemini olumsuz etkileyen bu kurum hatalıysa ne olacak.

  • Dr. Kevser İnci ERTÜRK



  • 7 Kasım 2005
    Pazartesi
     


    Künye
    Temsilcilikler
    Abone Formu
    Mesaj Formu
    Online İlan

    ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği
    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi
    Dünya
    | Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon
    Sağlık
    | Arşiv | Bilişim | Dizi
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
    © ALL RIGHTS RESERVED