T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
Y A Z A R L A R 27 MART 2006 PAZARTESİ
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Son Dakika
 
  657'liler Ailesi
  Ankara'da Şafak
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

Mustafa KARAALİOĞLU

Karar verme zamanı

Yine telaşlı, gergin ve heyecanlı günler yaşıyoruz. Her politik karar, her cümle ve tabii ki her yorum kolaylıkla rejim tartışmalarına bağımlı bir etki üretebiliyor. Biz medya çalışanları için hareketli, Türkiye için tedirgin edici bir gündemin tam ortasındayız.

Hangi açıdan bakıldığına bağlı; dilerseniz ülkenin tehlikeli sularda gezindiğini, dilerseniz de bir bardak suda fırtına koparıldığını söyleyebilirsiniz. Zaten yaşadığımız günlerin tanımı da hemen hemen bu iki kutbun tayin ettiği eksende yapılıyor.

Tartışmakta olduğumuz konulara, gündemin ana başlıklarına bir göz atalım.

İlki, Şemdinli iddianamesindeki müstakbel Genelkurmay Başkanı'nı ilzam eden cümlelerin ürettiği tartışmadır.

Türkiye, çok yakın bir geçmişte en yukarıdan aşağıda kadar ve tabi medyanın da aralarında bulunduğu geniş bir skalada hep bir ağızdan "Şemdinli unutturulmasın, sonuna kadar gidilsin" sözü vermişti. Ne var ki şimdi, iddianamenin seyri karşısında aynı söz sahiplerinin neredeyse tamamına yakını bir anlamda "Şemdinli'yi de unutalım, iddianameyi de" anlamına gelen bir tavırda buluştular. Gerekçesi ne olursa olsun; ister iddianame zayıf veya yanlı bulunsun, ister korkular egemen olmuş olsun sonuç aynıdır: Asker dokunulmaz kılınmıştır! İddianamenin ardında bir cemaat olduğu iddiası ve bir de Başbakanlık Müsteşarı yalanı uydurularak bu dokunulmazlık ayrıca kutsanmıştır.

Okur ve kamuoyunun, bir daha bu sürece hizmetkarlık eden gazetelerin şimdiden sonra benzer olaylarda atacakları muhtemel "sonuna kadar gidilsin" manşetlerine güvenmelerini beklemek anlamsızdır. "Emekli" bir Deniz Kuvvetleri Komutanı'nın yargılanmasında deyim yerindeyse aslan kesilen medya, "müstakbel" Genelkurmay Başkanı'nı hakkındaki iddilarda düşünmeden lehte karara imza atmıştır. O dosyalar birkaç yıl sonra yeniden açıldığında, roller değişip bugünün muktedir isimleri emekli olduğunda da aynı lehtar tutumun devam edip etmeyeceği merak konusudur. Merkez Bankası Başkanı'nın atanması sürecine "böşörtüsü" kriteri de bir başka ayıptır. Bu ülkede alenen bir başörtüsü düşmanlığı yapılmış, başörtülü kadınlar için cehenneme çevrilen hayat, eşleri için de yaşanmaz kılınmaya başlanmıştır. "Başörtülü eş", hukukçu kimliğine sahip bir Cumhurbaşkanı tarafından liyakata mani kriter haline getirilmiştir. Medya, yine bu "güç" kaynaklı işleme de alkış tutmuş, destek vermiştir.

Türkiye, ekonomide, dış ilişkilerde, sosyal yaşamda, eğitimde, sporda ne kadar ilerliyorsa; medyada ve medyanın nüfuz alanlarında gerilemekte ve krizlere mahkum olmaktadır.

Bütün bunları, "medya eleştirisi yapmamaya, meslektaşlarının siyasi pozisyonlarını kritik etmemeye yeminli" birisi olarak yazmak zorunda kalıyorum. Türk demokrasisi bugün, görünür bir medya tehdidiyle karşı karşıyadır. Metodolojisi 28 Şubat'ı andıran aynı umursamazlık, aynı düzeysizlik ve aynı "ülke ne olursa olsun, bir aynı gerginliğe oynama" tavrı hakim olmaya başlamıştır.

Türkiye, onca Avrupa Birliği çabası, onca demokratikleşme adımı ve hepsinden önemlisi onca birbirimizi anlama deneyiminin ardından yine "asker sevgisi, başörtüsü korkusu" kıskacına mahkum olmak yolundadır. Sözümona "Avrupalı, demokrat medya" yapmakta olduğu şeyin nelere yol açacağını düşünmeksizin bir anda askerli manşetlere rücu etmiştir.

İşte bu nedenle bir karar vermek lazımdır. Bir kez daha yine, "asker, muhtıra, başörtüsü, rejim..." gibi kelimelerin koordinatına mı mahkum olacağız, yoksa bir demokrasiye yaraşan zemini mi benimseyeceğiz. Parlamentolar, hükümetler demokratikleşme için adımlar atarlar ama onların kökleşmesi medyanın, toplumun, sivil örgütlerin, bireylerin işidir. İşte bu sorumluluk gereği bir karar vermek zorundayız.

Ülkenin demokratikleşmesini, demokrasinin de kökleşmesini mi isteyeceğiz; yoksa, dürüst bir şekilde insanlara 17 Aralık'a kadar, 3 Ekim'e kadar yaşananların bir oyun olduğunu mu söyleyeceğiz?

Evet, karar zamanı...


Nice 50 yıllara!

Rasim abi, yazı hayatının 50. yılını kutluyor. Daha doğrusu biz, onun bu gururunu coşkuyla kutluyoruz. Sloganımız da belli: "Ömrüne Bereket Gül Yetiştiren Adam!"

Rasim Özdenören'i tebrik için aradığımda, ağzımdan dökülen ilk cümle, "Nice 50 yıllara Rasim abi" oldu. O da cevabı yapıştırdı: "Hep birlikte inşallah..."

Kim bu duaya coşkuyla "amin" demez ki!

Rasim Özdenören gibi bir kalem ustasının, bir edebiyat devinin, bir fikir öncüsünün bu gazetede yazıyor olması Yeni Şafak'ın farkıdır. 50 yılına sayısız öykü, deneme, makale ve düzinelerce kitap sığdıran ve İslami düşüncenin evrimine silinmeyecek damga vuran bir ustanın Yayın Yönetmeni olarak, kendimi de şanslı sayıyorum.

Her ne kadar, "patronun olarak arıyorum Rasim abi" dediğimde "o zaman patronluğun gereğini yap" cevabını almışsam da bu ayrıcalıktan vazgeçmeye hiç niyetim olmadığını ilan ediyorum.

O'nun özenli, ayrıntıları asla atlamayan, zarif ve yaratıcı kaleminden öğrenecek çok şeyimiz var. Bu nedenle bir kez daha, "Nice 50 yıllara. Ömrüne bereket Rasim abi" diyorum.


Geri dön   Yazdır   Yukarı


ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Kültür | Spor | Yazarlar
Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi