T Ü R K İ Y E ' N İ N B İ R İ K İ M İ |
||
Y A Z A R L A R | 7 MAYIS 2006 PAZAR | ||
|
Devletin temel organlarının yasama, yürütme, yargılama olduğunu, bu organların birbiri karşısında kendi erkini bağımsızca kullanması gerektiğini tekrarlamanın boşunalığını bilmiyor değilim. Ancak konuya tam da buradan başlamam gerekiyor. Üç ayrı gücün birbiri karşısındaki bağımsız konumu nasıl korunabilir? Ve nereye kadar korunmalıdır? Bağımsızlığın sınırı nasıl belirlenmelidir? Bu sınırlar mutlak mıdır? Bu sorular insana ilk bakışta can sıkıcı bir hukuk dersinin giriş cümleleri gibi görünüyor. Ancak Türkiye, aslında, şu sıralar tam da böyle bir dersin sınav odasında görünüyor. Bu soruları ne ölçüde, hangi doğrulukta cevaplayacağı, sınavın bitiminde belli olacak. Türkiye'nin önündeki temel sorulardan biri, son zamanlarda, yargının bağımsızlığı noktasında odaklanıyor. Eğer ortadaki görüntüden bir sonuca varmamız istenirse, bu sorunun cevabı çelişkisiz alınabilmiş değil. Van Cumhuriyet Savcısı'na yapılan müdahaleler, daha işin başlangıcında, yargının birden çok değnekçisi olduğunu ortaya koymuş durumdadır. İlkin Adalet Bakanlığı'nın savcının üzerine müfettiş göndermesi olayı, arkasından Genelkurmay Başkanlığının açılmış olan bir dava esnasında iddianamenin içeriği ile ilgili bir açıklama yapması ve sonunda HSYK'nun savcıyı görevden alan kararı... Yürümekte olan bir dava esnasında, bunların hiçbirinin olmaması gerekirken, hepsi birden aynı sürecin nerdeyse tamamlayıcısı niteliğinde vuku bulmuştur. Demokraside veya kuralına uygun biçimde işleyen bir hukuk düzeninde hiçbir gücün, hiçbir merciin mutlak bir dokunulmazlığı bulunmadığını söylemeye bile gerek yok. Her gücün gerek kendi içinde, gerekse öteki güçler karşısında bağımsızlığının ve güç kullanımının sınırının mutlak değil, fakat diğer güçlerin yetki alanıyla sınırlı olduğunu biliyoruz. Ancak Türkiye gerçeği, durumun, hiç de olması gerektiği gibi olmadığını ve sürecin hiç de salim biçimde işlemediğini işaret ediyor. Ordunun bazılarının ileri sürdüğü gibi "kurucu iradeyi" uhdesinde taşıdığının söylenmesi, ona, aklına geldiği zaman kendine göre bir gerekçe inşa ederek siyasete müdahale etmesini makul ve meşru kılar mı? (27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat tarihleri hatırlansın). Bu müdahalelere hayır demesi gerekenlerin susması ve olayı sineye çekmiş görünmesi, sorumuzun geçerliğini ortadan kaldırmaz. Kaldı ki, ordunun tarihsel konumu, pratikte yürütmenin bünyesinde yer alması hasebiyle, ona yürütmenin diğer kolları yanında bir üstünlük bahşetmez. Milli eğitimin konumu her ne ise, milli savunmanın konumu da o olmak gerekir... Yargı üstünde idarî veya mesleki denetimin işlemesi keyfiyeti ile; ona müdahale edilmesi, göz dağı verilmesi ve daha vahimi onun bir tür vesayet altında tutuluyormuş görüntüsü altında bırakılması farklı vakıalardır. Aynı şekilde yasamanın ve yürütmenin de gerek kendi içinde, gerek dışardan denetim sürecine tabi tutulması ile, bu erklerin vesayet altındaymış gibi görüntülenmesi de birbirinden farklı işlerdir. Anayasa'ya dercedilmiş bazı ilkelerin (milliyetçilik, laiklik vb.) gerek bu güçlerin kendi içlerinde, gerekse birbirlerine karşı bir tehdit aracı olarak kullanılması, giderek bu araçların birbirlerine karşı bir müdahale aleti haline getirilmesi, hukukun üstünlüğü ile uzlaştırılmaz bir tablo sergilemektedir.
|
|
Ana Sayfa |
Gündem |
Politika |
Ekonomi |
Dünya |
Aktüel |
Spor |
Yazarlar Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın |
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi |