T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
O K U R   S Ö Z C Ü S Ü 10 NİSAN 2006 PAZARTESİ
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Son Dakika
 
 
  657'liler Ailesi
  Ankara'da Şafak
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

Yusuf Ziya CÖMERT

Çünkü biz 'dünya düzdür' demek zorunda değildik

Rubaileriyle tanıdığımız Ömer Hayyam'ın geometride de hangi buluşların sahibi olduğunu, Tusi'nin gökyüzüne ne kadar yaklaştığını, İbn Sina'yı, İbn Rüşd'ü, Harizmi'nin, Cabir'in insanlığa neler verdiğini İslam ve Bilim'i okuyarak öğrenebiliriz.

Biz, adı anılmaya değer bir varlık olarak tarih sahnesine girdiğimizde, dünya duruyordu. 'Bilgi'nin, insanlığa açılmamış 'havza'ları vardı. Asya'nın doğusunda varlığın uyumlu bir parçası olmayı gözeten bir bilgelik. Afrika'da ve Atlantik ötesinde, Asya'dakiyle uzaktan akraba bir 'doğallık'. İran'ın güç havzasında Zerdüştilik, Bizans'ta Pavlus'un 'rötuş'larıyla yeniden şekillenen Hristiyanlık. Hepsi, 'bilgi'siyle, 'tabu'suyla, 'totem'iyle, 'hurafe'siyle tamam olmuştu, yerli yerindeydi.

Biz, Bizans'la İran'ın ortasında evrensel 'bilgi'yi 'yenileyen' bir uygarlık olarak geldik yeryüzüne. Topraktan yeni doğmuş bir ırmak gibi, varacağımız yere, denizimize ulaşmamıştık, bu yüzden, ötekilerden farklı olarak, yerimizde durmuyor, gür bir ırmak gibi akıyorduk.

Bize, yeryüzüne, gökyüzüne, yaratıklara bakmamız, onların varoluşlarından, yaratılışlarından ders çıkarmamız öğretilmişti.

Varlığa bakarken, bizi kısıtlayan, engelleyen bir şey yoktu.

Müslüman bilginler, bu yüzden, korkusuzca baktılar, insana, yeryüzüne ve gökyüzüne.

Galile gibi, dünyanın döndüğünü söylediğimizde, başımıza bela olacak bir 'engizisyon'la karşı karşıya değildik. Dünyanın 'düz' olduğunu varsaymak zorunda değildik. Bu yüzden mesela İmam Gazali, yerküreyi yumurtanın sarısına, atmosferi, onun dışını kuşatan beyazlığa benzetebiliyordu.

Bu yüzden, antik felsefenin altını üstüne getirebiliyordu, İbn Rüşd'ler, Farabi'ler, Gazali'ler.

Bu yüzden, 'Cebir' ilminin ismi, el-Cabir'in adıyla anılıyordu, rönesans ve reform Avrupa'sında; Logaritma'nın ismi de el-Harizmi'nin.

'Frenkler' insanın içindeki 'şeytan'ı çıkarmak için, kafa derisini haç şeklinde yarıp içine tuz basarken, bizim büyük ve küçük kan dolaşımını resmeden İbn Sina'mız vardı.

'Bilgi'miz vardı, biz, insana saygılı olduğumuz için, gittiğimiz yerin insanıyla ekmeğimizi paylaştığımız için, farklı inançlarla birlikte yaşamayı bildiğimiz için bizim geçmişimizde 'sömürgecilik' yüzyılları yer almıyor.

Biz, Afrika'dan insan çalıp köleleştirmedik, İberik Yarımadası'nda, 'ya Katolik ol ya öl' diyen, biz değildik; kızılderililerin vatanını biz çalmadık.

Bugün, ne yazık ki, İslam'ı bilgi yerine, sevgi yerine, uygarlık yerine 'şiddet'le, terörle birlikte anmayı yaygılaştırmak isteyen eli ve kalbi kirli bir 'statüko' ile karşı karşıyayız. (Bizim tarihimizde hiç mi yanlış iş yok? Var, hem de çok. Ama bizim uygarlığımız, o yanlışlar üzerine kurulmadı. O yanlışlara, biz, yanlış diyebiliyoruz ve bu önemli bir fark.)

Kendi dilimizi konuşmaya, kendi gerçeğimizi göstermeye çok ihtiyacımız var.

Yeni Şafak'ın 'kültür hizmetleri' bir yönüyle bu ihtiyaca cevaplar sunuyor.

İşte bu yüzden, yüzyılın sayılı Müslüman aydınlarından, Seyyid Hüseyin Nasr'ın yıllaca önce kaleme aldığı değerli bir eseri, 'İslam ve Bilim'i, bir kültür hizmeti olarak okurlarımızın dikkatine sunuyoruz.

Ben duygusal olabilirim. Ama Seyyid Hüseyin Nasr, eserinde duyguları değil, 'bilgi'yi konuşturuyor.

İslam ve Bilim'i okuduğunuzda, insanlığın tarihindeki 'iyi şeyler'in bir çoğunda 'bizim' izlerimiz olduğunu göreceksiniz.

Şiirleriyle tanıdığımız Ömer Hayyam'ın geometride de büyük buluşların sahibi olduğunu, Tusi'nin gökyüzüne ne kadar yaklaştığını, insanlığa neler verdiğimizi ve daha bir çok şeyi, İslam ve Bilim'i okuyarak öğrenebiliriz.

Çalışmada emeği geçen herkese ve ilgilerini esirgemeyeceklerinden emin olduğum Yeni Şafak okurlarına teşekkür ediyorum.


Tıbbiye ile Darülfünun'u karıştırmışız

Prof.Dr.Alparslan Özyazıcı, Çanakkale Zaferi'nin yıldönümü vesilesiyle yayınladığımız haberde, Darülfünun ile Tıbbiye'nin karıştırıldığını belirtiyor. Doğru söylüyor. İşte sayın Özyazıcı'nın mektubu.

Muhterem Beyefendi 18 Mart 2006 tarihli Yeni Şafak gazetesinde ve farklı birkaç gazetede Çanakkale Zaferi ile alakalı, çocuk kahramanlardan söz edilmiş. Bu destansı harbin pek bilinmeyen ciheti gazeteniz vasıtası ile de açıklanmış oldu. Vesile olanlardan Allah razı olsun diyorum. Tıp fakültesinde öğretim üyesi olmak hasebi ile, gazetenin haberinde en son paragrafta olan pasaj daha çok dikkatimi çekti. Orada şöyle bir cümle geçiyor; "Çanakkale destanında bugünkü adı ile İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi, eski adı ile Dar'ul Fünun öğrencilerinin ise ayrı bir yeri var." Dar'ul Fünun malûm fenlerin kapısı mânasına gelmekte olup, bugünkü üniversite kelimesinin karşılığı olarak kullanılmıştır. Tıp fakültesi ilk defa "Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriyye-i Şahane" adı ile ilk askeri tıp fakültesi olarak 1838'de kurulmuştur. 1867 de "Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye" adı ile ilk sivil tıp fakültesi kurulmuş ve bu ikisi 1909 da birleştirilmiştir. Onun için tıp fakültesinin karşılığı olarak Dar'ul Fünun'un kullanılması herhalde hatalı olur. Ayrıca aynı haberin devamında; "1915'te Dar'ül Fünun birinci sınıfta tahsil gören 2500 tıbbiyeli okullarını bırakarak Çanakkale'ye koştu. İki tümen hâlinde Gelibolu'ya gelen gençler, bir Anzak baskını sonucu şehit oldular. Bu nedenle sonraki yıl açılışta siyaha boyanan Dar'ül Fünun, 1921 yılında hiç mezun veremedi" ifadesi var. Dikkat edileceği gibi, Dar'ül Fünun ifadesi ile, tıbbiye karıştırılmış. Yukarıdaki bilgilerden tereddüde düştüm. Gerçektende o yılkı birinci sınıftaki tıp talebesi sayısı acaba 2500 mü idi? Çünkü şimdi en çok talebe alan tıp fakülteleri bile 500'ü pek geçemiyor. 2500 sayısına başka fakültelerin talebeleri de karışmış olmasın? Yoksa sadece tıp fakültesi birinci sınıfındaki talebelerinin toplam sayısı 2500'mü idi? Bu hususları aydınlatacak bilgiyi verebilirseniz memnun olacağım. Hürmetlerimle. Prof.Dr.Alparslan Özyazıcı

Değerli Hocam. Haberin 1. sayfadaki spotlarında, Darulfünun ile tıp fakültesi karıştırılmamış. İç sayfada ise, sizin de değindiğiniz gibi, yanlışlar yapılmış.

Çanakkale Savaşı'ndaki çocuk kahramanlarla ilgili habere, Darulfünun ve Tıbbiye öğrencileriyle ilgili bilgilerin ilave edilmesini ben önermiştim. Arkadaşlara, kısaca anlatmış ve ayrıntılı bilgi bulup, haberin sonuna koymalarını rica etmiştim. Ne yazık ki, bilgiler karıştırılmış.

Benim, birinci sayfadaki spotları hazırlarken karıştırdığım kaynaklarda, Tıbbiye talebelerinin sayısı hakkında net bir bilgi verilmiyor. 2500 rakamı, Darulfünun talebeleri için söylenmiş tahmini bir sayı. Uygun bir zamanda, bir vesileyle, Darulfünun ve Tıbbiye talebelerinin Çanakkale Savaşı'na katılmalarıyla ilgili bir çalışma yayımlamakta fayda var diye düşünüyorum. İlginize teşekkür ediyorum. (Bu arada, müsamahanıza sığınarak, 'dar' kelimesinin, 'kapı' anlamına gelmediğini, mekan, yurt, ev anlamına kullanıldığını not etmek istiyorum.)


Doğru, Yeni Şafak daha dikkatli olmak zorunda

Bir üçüncü sayfa haberi. Antalya'da, ilkokul öğrencilerine şantaj yoluyla tecavüz eden bir çete. Çeteyi yakalamışlar. Yeni Ceza Yasası'nda 'şüpheliler' korunduğu için, (iyi ki korunuyor, çünkü gazeteler, böyle konularda çok can yakıyorlar) bütün isimler, başharfleriyle veriliyor. Buna bir diyecek yok. Fakat mağdur öğrencinin küçük bir fotoğrafı, yüzü kristalize edi-lerek yayınlanmış. Adını şu anda hatırlayamadığım bir okurumuz, beni aradı. "Evet, dedi, yüzünü kristalize etmişsiniz. Ama, çevresindekiler, olaydan haberi olmayan bir çok insan, yüzü belirsiz de olsa, o resimden çocuğu tanımaz mı? Buna özen göstermez-seniz, 'sınır tanımayan' başka gazetelerden ne farkınız kalır?" Doğru söylüyordu okurumuz. O ha-berde, o fotoğraf, 'olmazsa haberi eksik kılacak' bir unsur değildi. Elzem olsa bile, geçen haftaki yazımda uzun uzun anlattığım gibi, 'üzülmeyi hak etmeyen bir insanı' üzmeye hiç hakkımız yoktu. Benim ölçülerime göre, bir hata. Evet, biz başkalarından daha hassas olmak zorundayız.


  • DURAN DOKUZ
    06.04.06 tarihli bügünkü gazetede Şeffaflık ile ilgili haberde "Seçmen başına 500 Kuruş sınırı" ifadesi kullanılmış. 500 kuruş 5 YTL eder. Kastınız 50 kuruş sanırım. Yanlış bilgilendirilme olmasın.

    Değerli okurumuz, rakam, hesap hataları gazetelerde sık sık olur. Ama bu kez hata değil. Doğru, hazırlanan tasarıda 500 kuruş yazıyor. Teşekkürler.

    Geri dön   Mesaj gönder   Yazdır   Yukarı


  • ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
    Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
    Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi