T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
Y A Z A R L A R 16 NİSAN 2006 PAZAR
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Bugünkü Yeni Şafak
 
 
  657'liler Ailesi
  Ankara'da Şafak
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

Dücane CÜNDİOĞLU

Mübalağa'daki belağat

Geçenlerde bir can-dostum, Atilla İlhan'dan işittiği bir sözü aktarmıştı. "Kitap okuma, isim (yazar) oku" demiş kendisine müteveffa şâir...

Ne hoş değil mi? (Pek düşünmeyiniz, tecrübenin sesidir, tesir ve teessüriyeti ondan!)

Ben gençlik okumalarımı genellikle belirli bir alanda ve o alana ilişkin belirli konular etrafında sürdürdüm; bir alanda ve o alana ilişkin konularda kendimi ikna etmedikçe başka bir alana sıçramaktan kaçındım; doğrusu bu yöntemin çok da yararını gördüm. Bu süreçte kendime birçok 'isim' biriktirdim ve önemsediğim isimlerin yazdıklarını elimden geldiğince okumaya, mümkünse tüketmeye çalıştım.

Gariptir, herkes okuduğu ismi farklı okuyor; kim ne arıyorsa, okuduğu isimde aradıklarını da aynen buluyor.

'Okur' deyince, aklımıza Cemil Meriç gelmez mi, elbette gelir. Meriç yazmaktan çok okudu; hem de okuduğunu tüketecek denli okumaya çalıştı. Eserleriyle tanışık olanlar, merhum'un ne kadar çok isim biriktirdiğini bilirler; hakikaten o, bildiklerini iyi bilirdi.

Cemil Meriç'in öncelikli isimlerinden biri de Balzac'tı. (Meriç'i önemseyenlerin, ister istemez Balzac'ı da önemsemeleri gerekir, değil mi? Nerede! Aralarından, bugüne değin Meriç kadar, bu ünlü maşukunu da önemsediğini îma eden bir tek kişiye, evet bir tek kişiye bile rastlayamadım. Sığlık, sanırım sağcılığın yazgısı. Zahmet edip Meriç hakkında yazanların kaynakçalarına bakınız lütfen!)

Meriç 1963'te şöyle yazmış:

— "Balzac'ı keşfetmiştim arada ve ona âşıktım. Dosto'nun Hıristiyan tarafı beni rahatsız ediyordu. Büchner, Nordau ve Marx, beni mistisizm'den öylesine soğutmuşlardı ki vaaza benzeyen her düşünceye kulaklarımı tıkıyordum. Zola'yı seviyordum, çünkü dinsizdi. Her mistisizm, bir mistifikasyondu benim için..."

Balzac'ı, kendisinde mistisizme rastlamamayı becererek okumak, hakikaten çok şaşırtıcı. Balzac ki mistifikasyonun tecessüm etmiş timsaliydi. Bizâtihi hem hayatı, hem de eserleri, bu müddea için başka delile ihtiyaç bırakmaz gibidir. Ne var ki bakanlar, genellikle dağların zirvelerine farklı zaviyelerden bakarlar. Anlamak lâzım.

İmdi, bu vesileyle ben de size, Balzac hakkında, ilginç bulacağınızı zannettiğim bir anekdot aktarmak isterim:

Bir gece Balzac, Navarin sokağında oturan dostu Laurent-Jan'ın evine gider ve şöyle der:

— Kalk Jan! Bak sana ne anlatacağım. Hemen şimdi Moğolistan'a hareket edeceğiz. Orada ne yapacağımızı mı soruyorsun? Şu yüzüğe iyi bak! Bana bunu Viyana'dayken meşhur tarihçi Hammer verdi. Mösyö Hammer'in bana "Bir gün gelecek bu küçük hediyenin önemini anlayacaksın" derken gülümsediğini hatırlıyorum. Dün akşam Napoli elçisinin suaresindeydim; yüzüğün üstündeki yazıların mânâsını anlamak için Türk elçisinin yanına sokuldum, yüzüğü gösterdim.

Elçi cenapları yüzüğe bakar bakmaz, bütün davetlileri hayrete düşüren bir çığlık kopardı. Yerlere kadar eğilerek "Parmağınızdaki yüzük, Peygamber efendimizden kalma bir yüzüktür" dedi; "Peygamber efendimiz bu yüzüğü parmağında taşırlardı; üstündeki yazı da onun adıdır. Aşağı yukarı yüzyıl önce İngilizler bu yüzüğü Moğol hükümdarından çaldılar; sonra da bir Alman prensine sattılar."

Hemen sözünü kesip "Bana bunu Viyana'dayken meşhur tarihçi Mösyö Hammer vermişti" dedim.

Elçi "Hiç durmayın!" dedi; "Kendisine, Peygamber efendimizin yüzüğünü getirene fıçılar dolusu altın ve elmas vereceğini vaadeden Moğolistan İmparatoru'nun ülkesine gidin; fıçıları alır dönersiniz."

Bunları duyar duymaz yerimden fırladım! Koşa koşa sana geldim; şimdi Gozlan, sen ve ben, üçümüz beraber gidip Moğolistan İmparatoru'na, Peygamber'in yüzüğünü vereceğiz; adamcağız sevincinden muhakkak göğün üçüncü katına uçacak! Haydi gel, fıçılar bizi bekliyor."

Laurent-Jan'ın yerinden bile kıpırdamadığını gören Balzac, önce bağırıp çağırdı, sonra da halının üstüne yığılıp uyudu. O günden sonra tılsımlı yüzüğü nadiren parmağında görenler oldu. (André Billy, "Balzac'ın Hayatı", (Çev. Fehmi Baldaş), I/314-315, Ankara 1949)

Bu hikâyenin bir gerçekliği var mı bilemiyorum ama eğer varsa, Osmanlı elçisi, pekâlâ her Şarklıdan bekleneceği üzre, muhatabının gözlerindeki parıltının hakkını vermiş ve muhatabının beklentilerini tatmin etmek amacıyla mübalağa'daki belağatin seviyesini yükseklere çıkarmaktan kaçınmamış.

Edebiyatın ana-sermayesi de zaten belâğat değil midir?!

Geri dön   Yazdır   Yukarı


ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi