T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
Y A Z A R L A R 16 NİSAN 2006 PAZAR
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Bugünkü Yeni Şafak
 
 
  657'liler Ailesi
  Ankara'da Şafak
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

Hüseyin HATEMİ

Türban ve şütürban

Yaşlıların kendilerine "dinozor" demesi teâmülü yeni yerleşti sayılır. Rahmetli Mînâ Urgan hatıralarını "Bir Dinozor'un Anıları" başlığı altında toplamıştı. Ben "Dinozor" değil "Pîr-i fânî" diyeceğim. Kendimin de "Pîr-i fânî" olmama ramak kaldığını sık sık unutuyorum. Hayyâm'ın söylediği gerçeğin bilincine vardığım anlar az oluyor: Ân morg-i tarab ke nâm-i û bûd şebâb/Efsûs! Ne dânem ke key âmed, key şod? (Adı gençlik olan o şen ve şakraklık kuşu, yazık ki bilmiyorum: Ne zaman geldi kondu, ne zaman uçtu gitti?). Daha doğrusu benim halim daha da "özgün": Benden en az kırk yaş küçük olanlarla konuşurken, ülkemizdeki maalesef nesiller arası kopukluğu hiç hesaba katmayıp yaşıtlarımla konuşuyor gibi bir şair ismi, eski bir mısra, klâsik Türk musikisinden bir şarkı güftesi zikrediyorum, birden; anlayıp zevkine vardıklarından kuşkulanınca bir iki soru soruyorum: Bakıyorum ki sanki Çince konuşmuşum! Herhalde yazarken dahî böyle yapıyorum. Geçen gün bir yazımda: "nedir şu türban? Şütürban (=Kervan reisi deveci) uyuyor mu?" şeklinde bir nüktecik yapmak istedim, ertesi gün esefle gördüm ki cümleceğizim şu şekle girmiş ve dolayısı ile nükteceğizim de ber-havâ olmuş: Nedir şu türban? Şu türban uyuyor mu? (Bu "uyuyor mu?" herhalde yakışık alıyor mu? anlamına alınmış olmalı.)

Gençlerin "şütürban"ı hiç anlamayacağını yine hesaba katmamışım! Fakat herhalde Kervan Reisimiz cümleceğizimin anlamını anlamışlar, fakat ne yazık ki yanlış anlamışlar ki, derhal bizi uyarmakta gecikmediler. Ben de yine Hegel'in esefle söylediği son sözlerinden birini, yine esefle hatırladım: -Bunca eser yazdım, konuştum, felsefî görüşümü anlattım, beni tek kişi anladı, (ne yazık ki) o da yanlış anladı!

Cumhurbaşkanı ne demiş? Radikal'den aktarıyorum ki, "saptırılmış beyan" itirazını önleyeyim: Son günlerde artarak sürdürülen söylemlerde, lâiklik; din ve vicdan özgürlüğü olarak tanımlanmaktadır. (Böyle tanımlanması eksik de olsa, dinsizlik olarak tanımlanmasından çok daha iyi bir aşama değil midir? -H.H.) Bu tanımla lâiklik, din ve vicdan özgürlüğüne indirgenmekte ve anlamsız kılınmaya çalışılmaktadır. (Bu söz de esef vericidir. Din ve vicdan özgürlüğüne indirgenmekte veya bindirgenmekte olması, sadece yetersiz bir anlama delâlet eder, anlamsızlığa değil! Asıl kötü olan: din ve vicdan "özgürlüksüzlüğüne" indirgenmekte veya bindirgenmekte olmasıdır - H.H.) Bu tanımlama aynı zamanda iki önemli sonuç doğurmaktadır. Bunlardan birincisine göre, tanımlamayla (tamamiyle? - H.H.) tesettür amacıyla kullanılan türban bireysel özgürlük kapsamına alınarak, kamusal alanda da bu uygulamanın kaçınılmaz olduğu vurgulanmak istenmektedir. (Hiç anlamadım! Tesettür amacı ne zamandan beri bireysel özgürlük kapsamının dışına çıktı ki şimdi alınıyor olsun? Özgürlükler esasen ve asıl kamusal alanda korunur, yoksa "yatak odasında başını örtebiliyor ya, daha ne istiyor?" demek özgürlükçü davranış mıdır? Tam aksine, insanın evinde soyunma, ev dışında da örtünme özgürlüğü doğaldır ve ilkedir. Merhum İbnülemin Mahmut Kemal İnal'ın nikâh şahitliği yaptığı asgarî giyimli kızcağıza "erken soyunmuşsun (=çıplanmışsın)" uyarısını yaptığını bir yerde okumuştum - H.H.)

Cumhurbaşkanı'nın bundan sonra zikrettiği lâiklik anlayışı sonucunu eleştirmesi haklıdır, ancak bu "Hukuk çokluğu" garîbesi de, o zaman benim de feryad-u figanıma rağmen, yanlış hatırlamıyorsam hiçbirisi hukukçu olmayan bazı zevat tarafından, yine "manipülasyonlar" etkisinde kalınarak savunuluyordu, şimdi "lâik düzende herkesin kendi istenciyle (fesûbhanallah! Niçin isteği ile değil H.H.) seçeceği Hukuk Düzeninde yaşama hakkı vardır" diyen bir -hâşâ min-el- huzûr- Mürteci'e rastlanmıyor elhamdülillâh!

Anayasa'nın bütün makam ve kişileri bağladığı doğrudur, fakat Anayasa Mahkemesi'ni de bağladığı niçin görmezlikten geliniyor? Unutmayalım ki hiçbir Ülke'nin Anayasası, Anayasa'yı âdeta yürürlükten kaldırmaya cevaz veren bir "Başlangıç" bölümüne sahip olamaz. "Millî menfaatler"in korunması yine Anayasa ilkelerine riayet ile olur. Yoksa Anayasa'nın "millî menfaatler"e göre yorumu direktifi Başlangıç'ta dayatılırsa, o ülkenin iki Anayasası var demektir: Birincisi; Anayasa'nın Başlangıç Bölümü'nün onayladığı, yazılı olmayan Derin Devlet Anayasası, ikincisi de Devletin Anayasası! Giderilmesi gereken böyle bir ikilik doğmuş ise, Anayasa Mahkemesi, Anayasa ile bağlıdır, yoksa "Derin Devlet Anayasal Teamülleri" ile değil!

Sayın Cumhurbaşkanı'na arz ederim ki; Anayasa'nın Başlangıç Bölümü'nün Anayasa dışına taşmaması sağlandıktan sonra Laiklik İlkesi'nin de 2. maddede şöyle ifade edilmesinden başka bir çıkar yol göremiyorum: Türkiye Cumhuriyeti, Demokratik ve Sosyal Hukuk Devleti'dir. Hukuk Devleti'nin bu Anayasa'da belirtilen evrensel ilkelerinden hiçbir dînî veya felsefî görüş karşısında ödün vermez.

Geri dön   Yazdır   Yukarı


ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi