T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
Y A Z A R L A R 24 NİSAN 2006 PAZARTESİ
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Son Dakika
 
 
  657'liler Ailesi
  Ankara'da Şafak
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

Hüseyin HATEMİ

İçimiz ve dışımız

Son günlerde ülke gündeminde birinci sırayı -Van Savcısı hakkında verilen karar dolayısı ile- yargı bağımsızlığı sorunu aldı. Bu sorun Osmanlı Dönemi'nden beri çözülmemişir. Koçi Bey Dördüncü Suldan Murad'a der ki: Kadıların durumu üzerinde durmak, dikkat ve özen göstermek, önemlidir. Kadılar bugün gayet hor ve zelil olmuşlardır.. Halk içinde hürmetleri kalmadı, arzları dinlenmez oldu. Bir zalimin zulmettiğini arz etseler, o zalim için -soruşturma açılacak ve cezalandırılacak yerde- bu arz ilerleme ve terfi sebebi olmaktadır. Ya nice def'-i zulm eylesinler?... Kadıların da zalin olmaları halinde, bu durum kanıtlanırsa, azl ile yetinilmeyip -suçları'nın ağırlığına göre- kimi sürülmeli, kimi de azl-i ebed olunmalıdır. (Van Savcısı hakkında verilen karar verilmelidir.) Nerede, hangi makamda olursa olsun, zalimin cezası görülmek gerekir. Müsamaha ile (zulmün cezasız kalmasına aldırış etmemekle) âlem (ülke ve egemenlik) elden gider. (Risale'nin ulemâya ilişkin altıncı bölümünün sonu.)

Görünen odur ki Koçi Bey'den günümüze kadar bu sorun çözülemediği gibi, aksine, dallanıp budaklanmıştır. Askerî, idarî, adlî yargı çerçevesindebir yandan hakim bağımsızlığı ve güvencesi sorunları, diğer yandan da bu güvencenin ve bağımsızlığın sorumsuzluğa dönmesi, hatta döndüğü endişesi vardır. Diğer taraftan, yargı denetimi dışında tutulan idarî işlemler sorunu buna eklenmektedir. Menderes döneminde, yargı denetimi dışında kalan "hükümet tasarrufları" sorununda şecaat ile kalem oynatıp daha sonra da Meclis Tahkikat Komisyonu'na karşı çıkanlar; bizde kanıksanmış bir tutumla; aynı şecaati -Başrol'un deyimiyle- "Menderes'i içeriye tıkan kuvvet"e karşı göstermediler. Zamanla, "hükümet tasarrufları"nın yerini, adı konmamış "derin devlet tasarrufları" aldı. 1402 Sayılı Kanun, sıkıyönetim döneminde sıkıyönetim komutanına -yargı kararı olmaksızın- öğretim üyelerini dahi bir daha kamu görevinde kullanılmamak üzere o meslekten çıkarma yetkisi verirken, bir süre sonra gelen ve bazılarına göre neredeyse "Devr-i Saadet" gibi iç çekişlerle hatırlanan Özal döneminde de, bu kuralın kaldırılması şöyle dursun, Meclis'de "1402'lerin malî haklarının verilmesi" konusunun görüşülmesi dahî "suçluların ödüllendirilmesi" demek olacağı gerekçesi ile gündemden çıkarıldı. Şimdi, o zamanın Hâlet Efendisi Doğramacı "Askerler karar veriyor, biz uyguluyorduk. İstifa edebilirdim, ancak, istifa etmeyip mücadele etmem sayesinde 1402'likler geri dönebildiler. İçimde eziklik hissetmeseydim, 1402'ye karşı mücadele vermezdim" buyuruyor. (Vatan, 20 Nisan 2006 Perşembe) Çok yaklaşan yatsıya kadar mumu yanacağına göre istediğini söyleyebilirler, fakat haklarını helâl etmeyenler karşısında nasıl hesap vereceğini düşünse daha iyi olur, çünkü musallâdan ötede hiçbir kıtırın hükmü yoktur.

Şimdi yargı sorunu hakkında ben de tartışmaya katılsam kim okuyacak, kim dinleyecek? Bir an önce Millî mutabakat=Ulusal uzlaşım bilinciyle bir araya gelerek, önce Anayasa'nın başlangıç bölümü "Derin Devlet Anayasası" olmaktan çıkarılmalı, ardından m.2'de lâiklik sorunu -önceki yazılarımda çok tekrarladığım için- artık tekrar etmeyeceğim biçimde çözüme bağlanmalı, sonra da diğer maddeler ve özellikle yargıya ilişkin düzenlemeler gözden geçirilmelidir. İyi bir Anayasa herşey demek değildir, ne var ki kötü bir Anayasa, iyi şeyler yapma azmini engelleyen bir Demokles kılıcıdır.

Gözümüzü içten dışa döndürürsek, heyhat ki dış da iç de sadece bizi yakıyor. Uluslararası Alan'da da bir etkin "Divan-ı Mezâlim" yok! Bush ve Blair! Birleşmiş Milletler'in ırz u nâmûsunu pâymâl ettiler. Bağdat'ı çağdaş Hulâgû ordusu "tâûna da zül olan o rezil istîla" ile mahvederken, televizyonda Bâradeî'yi bir yandan bavuluna "tuman-köyneğini" yerleştirip bir yandan da şıpır şıpır göz yaşı döker görmüştüm ve içim parçalanmıştı. Şimdi aynı zat ırz-u nâmusu paymâl edilmiş, esasen sadece "agoyim"e boyunduruk takılmasını kolaylaştırmak için kurulmuş Birleşmiş Milletler adına İran'a karşı ahkâm kesiyor. İçeriye tekrar bir göz atalım: Emre Kongar "en büyük dış kültür tehlikesi Arap emperyalizmidir, Amerikan emperyalizmi değildir, çünkü inanç yoluyla kalpleri ve zihinleri fethetmektedir" buyuruyor. Sapın samana karıştırılması bir yana, inanç yolu ile kalpleri ve zihinleri fetheden bu Arap emperyalizminin adına açıkça İslâm demek yerine, bunca kıvırtmaya ne gerek var? "Daha da tehlikeli olan, bu iki emperyalizmin ittifak halinde geleneksel ulusal kültürümüze saldırması" imiş! Var ol Üstâd! Herhalde birileri seninle de gurur duyuyor!

Geri dön   Yazdır   Yukarı


ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi