T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
D Ü Ş Ü N C E   G Ü N D E M İ 3 OCAK 2006 SALI
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Bugünkü Yeni Şafak
 
  657'liler Ailesi
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Nar-ı Beyza
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

YÖNETEN:
Yusuf KAPLAN


YENİDEN İDDİA SAHİBİ BİR "AKTÖR" OLABİLMEK İÇİN...

Bugün düşünce gündemimize, ABD'deki ve tüm dünyadaki elitler üzerinde bir hayli etkili olan Foreign Affairs dergisinin son sayısında yayımlanan dikkat çekici bir makaleyi alıyoruz.

Bu makaleyi okurken hatırlatmak istediğim yakıcı bir nokta var. Türkiye, sekülerleşme projesiyle, kültür ve medeniyet değiştirmeye soyunmuş ve kendine özgü küre ölçekli -medeniyet- iddialarından vazgeçtiğini tüm dünyaya ilan etmiştir.

Oysa seküler Türkiye projesi, sonuç itibariyle, Türkiye'nin kendisinin değil, Batılıların önünü açan ve hegemonya alanlarını genişletmeye yarayan bir projedir.

Bu ülkenin kahir ekseriyeti Müslümandır ve bu ülkeyi ayakta tutan ruh, Müslümanlıktır; sekülerlik değil. Osmanlı tecrübesi, Müslümanlık üzerinden ürettiğimiz ve dünyada farklı dinlere, kültürlere ve medeniyetlere ait toplulukları barış ve adalet düzeni ve düzeneği içinde birlikte yaşatmayı başarmış ve henüz aşılamamış en büyük tecrübelerden biridir. Amerikalıların Osmanlı'yla bu kadar yoğun olarak ilgilenmelerinin nedeni budur.

Oysa sekülerlik, doğası gereği, etnik kimlikleri ve duyarlıkları kışkırtan ve İslâmî duyarlıkları aşındıran, dolayısıyla sonuç itibariyle Türkiye'yi ve Türkiye'ye ruh, heyecan ve dinamizm veren İslâmî direnç ve bütünleşme noktalarını yok edecek bir projedir. Türkiye'nin kendine özgü iddiaları yeniden sahiplenmesi ve bunun için de yeni bir medeniyet yörüngesi ve atılımı oluşturmaya yavaş yavaş hazırlanması, dünyanın barış, adalet ve hakkaniyet ilkeleri çerçevesinde yönetilebilme sürecinin de uzun vadede en büyük garantisidir.
(YUSUF KAPLAN)


Türk ordusunun Avrupa yürüyüşü

  • ERSEL AYDINLI, NİHAT ALİ ÖZCAN VE DOĞAN AKYAZ
    Türkiye'nin AB'ye üyeliği meselesi, Türkiye'de uzun zamandan bu yana büyük bir tartışma konusu. Bazı çevreler, bu kadar büyük, yoksul ve kültürel olarak Batı'ya uzak bir ülkenin AB üyeliğine AB'nin istekli olup olmadığını sorgularken; bazı çevrelerse, Türkiye'nin AB'nin taleplerini karşılayabilmesi için yeteri kadar değişim yapmaya hazır olup olmadığını merak ediyorlar.

    AB SÜRECİ VE ORDUNUN DESTEĞİ

    Ancak modern Türkiye'nin kurulması sürecinde kilit rol oynamasına, Türk toplumunda popülaritesini hâlâ korumasına, Türk siyasetinde kendine özgü güçlü bir sese sahip olmasına rağmen Türk ordusunun bu tartışmalarda göz ardı edildiği gözleniyor. Oysa AB'nin Türk hükümetinden talep ettiği reformların hiç biri, Türk ordusunun desteği olmasaydı gerçekleştirilemezdi.

    Son değişiklikler, Türk ordusunun geleneksel bazı hassasiyetlerini ve sivil kurumlar üzerindeki uzun süreli etkisini dramatik olarak azalttı. Bu düzenlemelerin tümü askerler tarafından çok da coşkuyla karşılanmadı. Ama onyıllardır inşa etme gereği duyduğu ve özenle koruduğu güçten kısmen vazgeçmeye zorlanmasına rağmen Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), AB'nin taleplerine uymaktan çekinmedi.

    Bu fedakârlığın iki temel nedeni vardı: Birincisi, Türk generalleri, AB üyeliğini, yaklaşık bir yüzyıldan beri desteklediği modernleşme sürecinin nihâî aşaması olarak gördüğü için son değişiklikleri benimsedi. İkinci olarak da, TSK, İslâmcılık ve Kürt ayrılıkçılığı gibi uzun süredir mücadele ettikleri ülke içindeki sorunlarla (meydan okumalarla) başa çıkabilmek için AB üyeliğinin en iyi strateji olduğuna inanıyor.

    Şimdiye kadar AB ile işler iyi gitti. Ancak AB'nin Ekim'de Ankara ile üyelik müzakerelerine başlama kararı vermesiyle birlikte, Kıbrıs'ın statüsü ve Kürt ayrılıkçılığı konusunda reform ihtiyacı AB ile gerilimli ilişkiler sürecini artıracak. Ve TSK liderliğinin daha ne kadar geri adım atabileceğini bekleyip görmek gerekiyor.

    BENZERİ OLMAYAN BİR ORDU

    TSK, ülkenin sivil liderliğiyle ve Türk toplumuyla olağandışı ilişkiler kurageldi. Sivil siyasete zaman zaman müdahale etmesine ve demokratik olarak seçilmiş hükümetleri iş başından uzaklaştırmasına rağmen, TSK, ülkede hâlâ son derece popüler. Eylül ayında Hürriyet gazetesinde yayımlanan bir kamuoyu yoklaması, TSK'nın en güvenilir kurum olduğunu gösterdi. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, Ağustos ayında yaptığı bir konuşmada, Türk ordusu ile sivil otoriteler arasındaki ilişkinin "standart sivil-asker ilişkileri açısından müstesna bir ilişki" olduğunu belirterek, "her ülkenin farklı ihtiyaçları, şarları, değerleri, tarihi, sosyal hassasiyetleri ve dinamikleri vardır" demişti.

    TSK'nın popülaritesi, büyük ölçüde Türkiye'nin modern tarihinin bir sonucu. Osmanlı İmparatorluğu, Birinci Dünya Savaşı sonrasında çökerken ve işgalci güçlerin baskıları nedeniyle ülkenin yönetici otokrasisi sarsılırken, Mustafa Kemal'in liderliğindeki askerî güçler, ülkeyi işgalcilerden kurtarmak için Anadolu halkıyla omuz omuza mücadele etti. General Özkök, sözkonusu konuşmasında şunları söylemişti: "Bu askerler, bir yandan, ülkeye hizmet ederken, diğer yandan da, saltanata ve hilafete dayalı siyasî yapıyı ortadan kaldırdılar ve halkın gücüne dayanan, yeni, modern bir sistem kurdular. Bu değişim, Batı'da Rönesans'la birlikte yaşanan değişimler kadar önemliydi ve bizzat askerlerin öncülüğünde gerçekleştirilmişti."

    1960'ların başlarında TSK, zorlu, kendisini yıpratıcı bir sürece girdi: Sivil rejimin başarılı bir askerî darbeyle yıkılması, ardından diğer askerî darbelerin yolunu açtı; bu durum, orduda komuta kademesindeki askerlerin aşağı kademelerdeki subaylar üzerinde kontrol eksiklikleri olduğunu ortaya çıkardı. Ancak bir isyancı albay, diğerlerine [diğer isyancı askerlere-çev] örnek olsun diye asıldı ve ardından TSK liderliği, askerin hiyerarşik yapısını güçlendirmeye başladı. Sonunda, TSK, bu karmaşık badireleri atlattı ve en ciddi, iyi-örgütlenmiş ve etkili bir kurum hâline gelmeyi başardı: Sivil yönetimlerin uygunsuz hareket ettikleri [ülkeyi yönetmekte başarısız oldukları ve rejimi tehlikeye sokacak işlere kalkıştıkları-çev] zamanlarda duruma askerî yollarla başarıyla müdahale edebilen tek kurum. Ordunun bu kudreti, Türklerin tarihsel olarak işgallerden, savaşlardan ve devletin çökme tehlikesinden korkmaları gerçeğiyle de birleşince, pek çok kişinin gözünde, Türk ordusunu, iç ve dış tehditlerden Türkiye'nin yegâne koruyucusu konumuna yükseltti. 1971 ve 1980'lerdeki kısa askerî darbeler ve darbelerden kısa bir süre sonra askerlerin kışlalarına çekilmeleri, halkın gözünde, TSK'nın yalnızca ülkeyi korumak için darbe yaptığı inancının yerleşmesine neden oldu.

    Kısmen de olsa, liberalleşme tartışmaları, askerlerin faaliyetlerinin hukûkî olarak araştırılmaya başlanması ve yeni, güçlü bir ekonomik elitin ortaya çıkmasıyla birlikte son birkaç yıldır Türk ordusunun popülaritesinin biraz zayıfladığı doğru. Asker-ağırlıklı Milli Güvenlik Kurulu'nun (MGK) demokratik olarak işbaşına gelen İslâmcı Necmettin Erbakan hükümetini istifa etmeye zorladıkları 28 Şubat süreci, Türk halkı arasında, Türk ordusunun sadece radikal İslâmcıların değil, sade dindar insanların da "peşinde olduğu" inancının yerleşmesine neden oldu.

    Türkiye'de TSK, hâlâ ülkedeki diğer kurumların hepsinden de daha popüler. Askerlik zorunlu olmasına rağmen, gençler, bayram havasıyla ve coşkuyla askere gönderilir. Türk halkı, genellikle, asker-millet olduğuna ve ordunun millet fikrinden ayrı düşünülemeyeceğine inanır.

    ASKER RUHU

    Türk halkının çoğu gibi TSK da kendisini Türkiye'nin istikrarının yegâne koruyucusu olarak görür. Generaller, TSK'nın kurumsal bütünlüğünün, millî birliğin bir neticesi olduğuna inandıkları için, Türkiye'nin varlığını koruyabilmesinin askerler arasındaki birliğin ve bütünlüğün sağlanmasına bağlı olduğunu düşünürler. Bunun bir sonucu olarak TSK, eşzamanlı olarak iki stratejiyi benimsemiştir: Toplumdan gelecek tehlikelere ["iç tehdit"e-çev] karşı kendisini korumak ve gücünü, sivil hayat projekte etmek.

    TSK, gücünü koruyabilmek için, örneğin, ülkenin tümüne yayılan "fay hatları"nın orduya sızmasını önlemek kaygısıyla, yoğun çaba gösteriyor. Zira TSK, Türkiye'nin -İslâmcılar laikler, Sünniler Alevîler, Türkler Kürtler gibi- dînî, mezhebî ve etnik kamplara fragmantasyonunu ("bölünmesini"), kaçınılması gereken bir tehlike olarak görüyor. Bu farklılıkların orduya sızmasına izin verilmesinin, orduyu, dolayısıyla bir bütün olarak toplumu tehdit edeceğini düşünüyor. Çünkü üst düzey askerî yetkililer, Türkiye'nin henüz bütünlüğünü tam olarak sağlayamamış bir ülke olduğuna inanıyorlar. 1950'lerde çok partili siyasî hayata geçilmesi, siyasî hayatta kendilerini ifade etmek isteyen mezhebî, etnik ve dînî farklılıklara izin verilmesi, ülkenin sosyal fragmantasyonuna hız kazandırdı.

    ASKER-SİVİL İLİŞKİLERİ

    Ordu, şimdi, çeşitli lobilerin, ülkedeki seçmenlerin siyasî tercihlerinin yanı sıra, kamu atamalarını ve hükümet kaynaklarının kullanımını olumsuz yönde etkileyebileceğinden endişe ediyor. Ordu, bu tür sosyal bölünmelere, bunları yalnızca kendisi gibi bir koruyucunun kontrol etmesi ve yönlendirmesi hâlinde tolere edebilir. Tabiî, her ne sûretle olursa olsun, ordu, bu koruyucu gücünün zedelenmesine izin vermeyecektir. Ayrıca ordu, güçlü bir hiyerarşik yapılanmaya giderek ve sivil-asker ilişkilerini ve etkileşimini asgarî düzeye indirerek gücünü merkezîleştirmeye çalışmıştır. Hepsi de aktif olan dört yıldızlı generalden [dört kuvvet komutanından-çev] oluşan bir danışma kurulu işlevi gören Yüksek Askerî Konsey'le (YAK) birlikte Genelkurmay Başkanı bu askerî merkezîleşmenin en tepesinde yer alır. YAK'in ana rolü, ordunun, Türkiye'nin güvenlik hedeflerini yerine getirmesini tarif eden Milli Askerî Stratejik Konsept'i hükümete bildirmektir. [...]

    Kendisini Türk toplumunun içinden gelecek tehditlere karşı korumanın yanı sıra, TSK, sivil idareye müdahale etme gücünü de muhafaza etmeye çalışmaktadır. 1990'lara kadar, ülkede millî birliği sağlamak amacıyla birkaç askerî darbe yaptıktan sonra, TSK, demokratik ülkelerde yalnızca sivillerin idaresinde ve kontrolünde olan bazı kurumlara [ve durumlara-çev] da müdahale etmeye başlamıştır.

    MGK'NIN YAPISI VE ARTAN GÜCÜ

    Bunlardan en önemlisi, Türkiye'nin millî güvenlik politikalarını belirleyen Millî Güvenlik Kurulu'dur (MGK). MGK'nın misyonu ve MGK'ya kimlerin üye olabileceği, askerî darbenin hemen akabinde askerler tarafından hazırlanan 1961 anayasasında belirlenmiş ve daha sonraki askerî darbelerden sonra ise çeşitli değişiklerle gözden geçirilmiştir: Bu süreçte, güvenlikle ilgili politikaların belirlenmesinde en etkili -ve en meşrû- yer'in MGK olduğu ifade edilerek askerin MGK'daki hâkimiyeti daha da artırılmıştır. (Askerlere göre, sivil politikacılar, popülist kaygılarla hareket ettikleri için, ülkenin karşı karşıya kaldığı yeni güvenlik sorunlarını halletmekte çoğu zaman başarısız kalmışlardır). [...] Başlangıçta yalnızca bir danışma kurulu işlevi gören MGK, daha sonraları, görüşlerine öncelik verilmesi gereken "bildiri"ci [instructing = askerî terminolojide anlamı, "talimat verici"-çev] bir işlev görmeye başladı. Ayrıca askerî yetkililer, MGK Sekreterliğinin de kontrolünü ellerine aldılar ve böylelikle MGK'nın gündemini daha fazla belirlediler.

    1980'lerde, buna ilaveten, Türk ordusu, ["askerî yönetim" denmek isteniyor-çev] YÖK'ü kurdurdu ve YÖK'e, süpervizörlük yapacak bir askerî temsilci yerleştirdi. YÖK'ün kurulmasının ve kalıcı olarak askerin gözetimine tabi kılınmasının gerisinde yatan neden, ülkeyi iç savaşın eşiğine sürükleyen ve 1980 askerî darbesinin yapılmasına yol açan ideolojik çatışmalarda ve sokaklara taşan şiddet olaylarının patlak vermesinde ana merkez hâline gelen üniversitelere düzeni getirmekti. Aynı şekilde, medyayı kontrol etmek amacıyla RTÜK kuruldu ve RTÜK'e de bir askerî temsilci yerleştirildi.

    1980'lerin ortalarına gelindiğinde, uygulamaya konulan 1982 askerî anayasasının askerlerin gücünü artıran yetkilerle donatılması nedeniyle, ordu, siyasete kesinkes elini sokmayı başardı. Ülkenin iç güvenliği hâlâ pek çok bakımdan problemlerle karşı karşıya olmasına rağmen, ordu, kendisini güçlü hissetmesini sağlayabilecek iç insicamı ve bütünlüğü sağlamayı böylelikle başarmıştı. TSK liderliği, sivil kurumlarda, ortaya çıkan yeni tehlikeleri önceden görme ve kontrol altına alma girişimlerini kolaylaştıracak yeterli sayıda "dinleyici" [olup bitenler konusunda kendilerini bilgilendirici -çev] makamlar icat ettiler. MGK, böylelikle, askerlerin görüş ve hassasiyetlerini kamuoyunun gündemine taşıyabilir ve hatta hükümetleri kendileriyle anlaşmaları konusunda zorlayabilirdi.

    Geri dön   Yazdır   Yukarı


  • ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Kültür | Spor | Yazarlar
    Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
    Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi