T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
Z A M A N D A   Y O L C U L U K 2 OCAK 2006 PAZARTESİ
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Bugünkü Yeni Şafak
 
  657'liler Ailesi
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Nar-ı Beyza
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

ZAMANDA YOLCULUK
Ali Murat GÜVEN

Barış'ın en muhteşem konseri

19 Eylül 1992... Stuttgart'ın dünyaca ünlü Hans Martin Schleyer Konser Salonu 12 bin kişiden yükselen "Türkiye! Türkiye!" ve "Barış! Barış!" sesleriyle âdeta yıkılırcasına inlemekte... Gözleri dolu dolu hâlde elindeki Türk bayrağını izleyicilere sallayan rahmetli Barış Manço, "Sizleri Allah'a emanet ediyorum" diyerek "Kara Sevda"sı eşliğinde sahneden yavaş yavaş çekiliyor.

Bu esnada ben ve ekip arkadaşlarım da dayanamayıp koyveriyoruz gözyaşlarımızı. Hüngür hüngür ağlıyoruz; çünkü "asla yapılamaz" denilen bu dev organizasyonu, en fazla 25'lerinde bir avuç genç adam olarak lâyıkıyla başarmış durumdayız. Aradan tam 14 yıl geçtikten sonra, Türkiyeli Türklerin şu ana dek hiç bilmediği bu macerayı sanırım artık geniş kitlelerle paylaşma zamanı geldi...

* * *

Tarih, 19 Eylül 1992. Artık albüm sayfalarında yaşayan hüzünlü bir hatıra: Henüz 24'ümdeyim ve Almanya'daki yükselen faşizm dalgasını protesto etmek üzere düzenlediğimiz iddialı konserin yıldızı sevgili Barış Manço'ya Hans Martin Schleyer Uluslararası Gösteri Merkezi'nde mihmandarlık yapıyorum.
Çok kısa bir süre sonra, 31 Ocak 2006'da, Türk müzikseverleri için hüzünlü bir olayın, rahmetli Barış Banço'yu yitirişimizin yedinci yıldönümünü idrak edeceğiz. Gerçi, 56 yıllık ömründe besteci, yorumcu, televizyon programcısı, fahrî pedagog, uluslararası kültür elçisi, gerçek bir yurtsever -ve çoğu kimse bu yönüne pek dikkati çekmese de inanmış bir Müslüman- olarak Türkiye'ye alelâde bir müzisyenden çok daha fazlasını vermiş olan bu güzel insanın hatırası, aslında o günden bu yana toplumun belleğinden zaten hiç silinmedi ki. Şu anda bile hâlâ evimizde ya da işyerimizde açık olan bir radyodan, sıkışık trafikte yanımızda bekleyen bir otomobilin teybinden günün herhangi bir saatinde ansızın onun kadife kıvamındaki sesini duyabilmekteyiz. Sanki hiç ölmemiş de çalışmalarını aynı üretkenlikle sürdürüyormuş gibi...

Ancak, sesini ve o güzel melodilerini istediğimiz an tekrar tekrar duyabilmek, modern teknolojinin -bazen iç burucu da olabilen- bir armağanı bizlere; hepsi o kadar... Yoksa, Barış Manço çoktan sonsuzluğa uçtu gitti. Kendisi, her ne kadar bir şarkısının sözlerinde -toplumumuzdaki ayrıcalıklı konumunun da farkında olarak- hafiften bir böbürlenmeyle, "40 yılda bir gelir Barış gibisi" demiş olsa da, ben kendi adıma bir daha bu topraklara çok daha uzunca bir süre onun ayarında bir müzik ve gönül adamının geleceğinden kuşkuluyum. Bunu neden mi söylüyorum? Albümlerini sıkça dinleyen bir seveni olmanın ötesinde, onunla bizzat tanıma mutluluğuna erişmiş bir insan olduğum için...

Öyle böyle sıradan bir tanışma da değildi bu... Manço'nun önderliğindeki Kurtalan Ekspres grubu ve aralarında benim de yer aldığım bir avuç deli dolu genç adam, bundan yaklaşık 14 yıl önce Almanya'da Türk popüler müzik tarihinin en anlamlı konserlerinden birine beraberce imza atmanın mutluluğunu yaşamıştık.

Aslında, bu yazıyı tam da rahmetlinin ölüm yıldönümüne denk gelecek hafta yayımlamayı düşünüyordum. Ama yazı yazmak üzere bilgisayarımın başına oturduğum anlarda en fazla dinlediğim bestelerinden biri olan "Dağlar Dağlar", bu kez gecenin bir vaktinde gönlümü öylesine dağladı ki, "Varsın, biraz erken olsun" dedim ve bu güzel hatırayı sizlerle paylaşmayı birazcık öne aldım.

Nazizmin yeniden hortladığı günler

1992, Federal Almanya'da, -başta Türkler olmak üzere- bu ülkede yaşayan yabancılara yönelik ırkçı şiddet eylemlerinin adım adım tırmanma eğilimi gösterdiği son derece sevimsiz bir yıl olmuştu. İki Almanya'nın 1989'da birleşmesinin Alman aşırı sağ partilerinde oluşturduğu zafer sarhoşluğunun hemen ardından, bu partilerin yandaşları kamuoyunda, "bölünmüş Alman ulusunun yıllar sonra yeniden bir araya gelmesiyle, ülkedeki yabancı işgücüne artık ihtiyaç kalmadığı ve göçmenlerin Almanya'nın huzurunu kaçırdığı" tezini işlemeye başladılar.

Mevcut bütün ekonomik ve polisiye sorunları yabancıların varlığına dayandıran bu kolaycı söylem, iki Almanya'nın birleşmesinin getirdiği ekonomik yükten bunalmış durumdaki pek çok Almanın da içten içe hoşuna gidiyordu. Gündelik yaşama kadar inen bu taciz dalgasından en çok nasibini alan da, ülkedeki en büyük yabancı grubunu oluşturan Türklerdi.

Toplumsal gerilimin giderek arttığı bu dönemde, uzun yıllardır Almanya'da yaşayan bir Türk işadamı İstanbul'da faaliyet gösteren ortağına görkemli bir "Türk Dayanışma Gecesi" düzenleme fikrini açtı. Gurbetçi nüfusunun en yoğun olduğu kentlerden biri durumundaki Stuttgart'ta gerçekleştirilecek böylesi bir etkinlikte, mümkün olduğunca çok sayıda Türk işçisi bir araya getirilecek ve sanat yoluyla ırkçılık karşıtı mesajlar verilecekti. Türkiyeli ortağın da bu fikre sıcak bakmasıyla, bir kısmı Almanya'da bir kısmı da Türkiye'de yaşayan yaklaşık on kişilik bir organizasyon ekibi, 1992 yılı Haziran ayında çalışmalara başladı. Projeye Türkiye'den destek veren ekibin içinde ben ve grafik-tasarım konusunda uzman bir dostum da bulunmaktaydık.

Ekibin Türkiye ayağı olarak bizler İstanbul'daki ön hazırlıklarımızı sürdürürken, Almanya'daki Neo-Nazi grupları da boş durmuyordu. Alman devletinin o dönemdeki hoşgörülü tutumu nedeniyle gemi iyice azıya almış olan dazlaklar, dozunu her geçen gün daha da artırdıkları ırkçı eylemler dizisine ağustos ayında kuzeydeki Rostock kentinde bir sığınmacı yurdunu ateşe vererek yeni bir halka daha eklediler. 65 polis ve en az bir o kadar da sığınmacının yaralandığı bu kundaklamanın, Alman devlet televizyonu ZDF'nin canlı yayın kameraları önünde göstere göstere gerçekleştirilmesi ise o dönemde ülkedeki ırkçı dalganın ne boyutlara ulaştığının en anlamlı göstergesiydi.

İşte o yaz Stuttgart'a böyle bir atmosfer içinde ayak bastım. Organizasyon komitesinin bir üyesi olarak Almanya'ya geldiğim gün, bütün ülke hâlâ dumanı tüten Rostock sığınmacı yurdu baskınını tartışıyordu. Ve özelde Türklere, genelde de yabancıların tamamına yönelik bu antipati, havalimanında pasaportumu uzun uzadıya kontrol eden polisin yüzüne kadar sinmişti.

Organizasyona hâmilik yapan her iki işadamı da düzenlenecek dayanışma gecesinin alabildiğine gösterişli olmasını ve ülke çapında büyük ses getirmesini arzulamaktaydılar; bu nedenle, kendileriyle yaptığımız ilk toplantıda finansal yönden hiçbir fedakârlıktan kaçınmayacaklarını bildirdiler. Türkler arasında güçlü birlik mesajlarının verileceği böyle bir sanatsal etkinliğin hemen ardından da ırkçılık karşıtı yayınlar yapacak haftalık bir Türk gazetesi çıkarmayı planlıyorlardı. Ki benim de asıl büyük sorumluluğum bu gazetenin kuruluş ve örgütlenme aşamasında devreye girecekti.

"Türk Dayanışma Gecesi" konusundaki iddialı tavrımız, daha organizasyonun gerçekleştirileceği salondan başlıyordu. Finansörler, "Olacaksa en iyisi olsun arkadaşlar" diyerek bu konuda da önümüzü açtılar. Bizler de bunun üzerine kısa bir araştırmanın ardından "en iyisini" bulduk. Birkaç gün sonra, Stuttgart'ın ve aynı zamanda da bütün Almanya'nın en muhteşem kapalı salonlarından biri olan, dünyaca ünlü Mercedes-Benz otomobil şirketine ait Hans Martin Schleyer-Halle'nin yetkilileriyle anlaşma için masaya oturmuş durumdaydık. Burası, daha önce Frank Sinatra, Tina Turner, Quinn, Peter Gabriel ve Rolling Stones gibi dünya çapında yıldızların sahne aldığı, kimi zaman müzik, kimi zaman da spor etkinlikleri için kullanılan çok amaçlı bir kompleksti. Schleyer-Halle yetkilileri, bir miktar naz yapmakla birlikte, sonunda salonu bize 19 Eylül 1992 gecesi için kiralamayı kabul ettiler.

Unutulmaz konserin düzenlendiği Stuttgart-Hans Martin Schleyer Salonu, yalnız Almanya'nın değil, tüm bir Avrupa kıtasının da en prestijli gösteri merkezleri arasında yer alıyor.
Schleyer-Halle, Mercedes-Benz'in 1970'li yıllarda "R.A.F / Kızıl Ordu Fraksiyonu" adlı yasadışı bir örgüt tarafından kaçırılıp öldürülen ünlü genel müdürü Hans Martin Schleyer anısına, çalıştığı şirket tarafından 1980'lerde yaptırılmıştı. İhtiyaca göre bir gün içinde şekilden şekile sokulabilen bu müthiş tesis, o gün ise konser düzenine göre hazırlanacak ve net 12 bin kişilik bir biletli izleyici kapasitesi oluşturulacaktı.

Dönemine göre son derece yüksek bir meblağ ödeyerek bu dünyaca ünlü salonu kiralamamızın ardından, bir sonraki aşamada ise gecenin içeriğine ilişkin çalışmalara yoğunlaştık. Ve işte o noktada ekibimizin bütün üyeleri tereddütsüz aynı ismi masaya getirdiler: Barış Manço...

Bu ortak karardan sonra da aramızdan iki kişi, Türk pop müziğinin rakipsiz kralı, merhum Barış Manço'ya teklif götürmek üzere İstanbul'a uçtu. Manço, o günlerde, çekimlerini uzun yıllardır sürdürmekte olduğu "7'den 77'ye Manço" adlı popüler çocuk programı nedeniyle, kelimenin tam anlamıyla soluksuz bir tempoda çalışmaktaydı. Çekim için her ay mutlaka birkaç ülkeye giden ve en az bir yıllık programı dolu olan sanatçı, kendisini ziyaret eden arkadaşlarımızdan organizasyonun amacını öğrendiğinde son derece duygulandı ve "içinde bulunduğu yoğun çalışma temposuna rağmen, böylesine anlamlı bir kültür etkinliğine mutlaka katılmak istediğini" belirtti.

Basın-yayın organlarındaki duyurularına bütün Almanya çapında tam 45 gün öncesinden başladığımız "Türk Dayanışma Gecesi" için, Türk ve Almanlardan oluşan kalabalık bir ekibin yoğun işbirliğiyle göz kamaştırıcı bir teknik hazırlık gerçekleştirdik. Olağanüstü ses ve ışık olanaklarına sahip bulunan Hans Martin Schleyer Salonu'nda açılış için bir de "lazer show sistemi" kuruldu. Sistem, konserin değişik anlarında arkadaki dev perdeye Türkiye haritası ve Türk bayrağı gibi grafik görüntüler yansıtacaktı.

Bu süreçte, organizasyon komitesi üyeleri olarak hepimiz, Almanya'da gemi iyice azıya almış Neo-Nazi gruplarından, o günlerde Türkiye karşıtı eylemlerine hız vermiş olan PKK sempatizanlarına kadar hemen her cepheden aralıksız tehditler alıyor, "konserin düzenlenmesi hâlinde salonun bombalanacağı mesajları" yönetim merkezimize âdeta sağanak gibi yağıyordu.

"Derhal beyefendiyi içeri alın!"

Ve bütün bu hummalı koşuşturmacanın ardından, nihayet beklenen gün geldi. Stuttgart Emniyet Müdürlüğü yetkilileri, konserden saatler önce bomba uzmanı köpeklerin de yardımıyla salonu baştan aşağı didik didik aradılar. Ayrıca, konsere girecek olan herkesin üstünün dikkatle aranması yönünde de karar alındı.

19 Eylül 1992 akşamı saat 18.00 itibarıyla Hans Martin Schleyer-Halle'nin giriş kapıları görevliler tarafından kapatıldığında, 12 bin kişilik salonda bir tek boş koltuk bile kalmazken, buna karşılık dışarıda da 2 binin üzerinde Türk ve Alman müziksever bilet bulup içeri girememenin üzüntüsünü yaşamaktaydı.

Organizasyon komitesinin bu gövde gösterisinden kesinlikle "kâr elde etme" gibi bir beklentisi bulunmamaktaydı. Bu yüzden de konsere giriş biletleri halka 5 ve 10 DM gibi son derece simgesel bir bedel karşılığında satılmıştı. Elde edilen toplam hasılat da Schleyer-Halle'nin kirası, lazer gösterisi ve televizyon çekimlerini üstlenen kalabalık teknik ekibin ücreti, her biri "uluslararası yıldız" statüsünde ağırlanan Barış Manço ve Kurtalan Ekspres üyelerinin ulaşım, konaklama ve katılım giderleri için harcanacaktı.

Öte yandan, ekibimiz daha günler öncesinden gecenin açış konuşmasını da benim yapmamı kararlaştırmıştı. Bugün itibarıyla böyle görevler beni korkutup heyecanlandırmaktan artık çok uzak; ama gelin görün ki o tarihte henüz yirmili yaşlarında gencecik bir adam olarak Schleyer-Halle'de, hele de salonu silme dolduran 12 bin kişinin karşısında konuşacak olmanın korkusu daha gündüz saatlerinden itibaren yüreğimi pıt pıt attırmaya başlamıştı bile...

Barış Manço, menajeri ve geceyi sunan ünlü şovmen Mehmet Ali Erbil...
Konsere bir kaç saat kala, devâsâ salonun dört bir köşesinde herhangi bir aksilik var mı diye soluksuz hâlde koştururken, koridorlardan birinde yolum ansızın bir Alman görevli tarafından kesildi. Genç güvenlikçi, "Sanırım siz organizasyon ekibindensiniz" diye mırıldandı, "Bana yardımcı olmanız gerekiyor. Kulis girişinde uzun saçlı bir adam ve yanında da iki çocuk var. Adam bu akşamki konserin solisti olduğunu ileri sürüyor. Ben pek emin olamadım, lütfen gelip bir de siz bakın!"

Bunu duyduğum an kan beynime sıçradı. Kurtalan Ekspres üyeleri bir gün öncesinden Stuttgart'a inmiş ve kendilerini sağ salim Ramada Oteli'ne yerleştirmiştik. Grup o an itibarıyla da Schleyer-Halle'nin kulisinde hazırlıklarını sürdürmekteydi. Ancak, Barış ağabey konsere Türkiye'den değil, o günlerde özel bir işi için bulunduğu Belçika'dan karayoluyla gelecekti. Ve hiçbirimiz tam olarak kaçta geleceğini bilemediğimizden, kendisini karşılamak üzere kapıda hazır kıta bekleyecek bir eleman da tahsis etmemiştik.

Kurtalan Ekspres üyeleri konser öncesinde...
Alman güvenlik görevlisiyle birlikte koşar adımlarla kulis kapısına doğru ilerledim. Türk pop müziğinin anıt ismi, içeri girmesine izin vermeyen iki güvenlikçinin arasında güleç bir yüz ifadesiyle beklemekteydi. Yanında da oğulları Batıkan ve Doğukan vardı.

"Sizler deli misiniz!" dedim güvenlikçilere hışımla, "Duvarlara asılı olan posterlere bir kez bile bakmadınız mı? Tabiî ki akşam sahneye çıkacak olan sanatçımız bu beyefendi... Türk müziğinin en büyük yıldızını kimbilir kaç dakikadır kapıda ağaç ettiniz!"

Sekiz ayrı dili ana dili düzeyinde konuşabilen Barış ağabey, güvenlikçilerle aramızda geçen bu gergin konuşmaları da gayet iyi anlıyordu elbette. Gevrek bir kahkaha attı, ardından da elini omuzuma koyarak, "Boşver sevgili kardeşim, bunlar şu sıralarda maalesef böyleler; Türk gördüklerinde hemen paranoyaları tutuyor. Takma kafana, ben Avrupa'da geçirdiğim otuz yılda bundan daha kötülerine tanık oldum" diyerek koluma girdi ve birlikte kulise doğru sohbet ede ede ilerledik. Aramızda, konsere kadarki saatler boyunca son derece keyifli bir sohbet geçti. Nitekim bu dostça muhabbet, konserden sonraki güne de sarkacaktı.

En kalabalık konseri oldu

Türk pop müziğinin efsanevî sanatçısı Barış Manço, o gece Hans Martin Schleyer-Halle'de müzik yaşamının en muhteşem yurt dışı konserini verdi. Konser, yüksek organizasyon kalitesinin yanısıra, katılımcı sayısı itibarıyla da Manço'nun 35 yıllık kariyerinin zirve noktası olacaktı. Ünlü sanatçı, Türk kamuoyunun da yakından bildiği üzere, bu konserin öncesinde başta Japonya olmak üzere bir dizi Uzakdoğu ülkesinde de benzer nitelikte konserler vermişti. Ancak, sözkonusu konserler genelde üniversite oditoryumlarında düzenlendiğinden, bunlar izleyici sayıları birkaç bini geçmeyen daha dar kapsamlı etkinliklerdi. "Hans Martin Schleyer-Halle Konseri" ise Manço'nun uzun sanat yaşamının -onu sevenler tarafından âdeta taçlandırıldığı- sıradışı bir organizasyon oldu. Nitekim, kendisi de konserin öncesinde ve sonrasında, gerek ekibine sunulan birinci sınıf ağırlama standartları gerekse gecenin düzenleniş amacı nedeniyle, bizlere duygu yüklü bir konuşma yaparak tebriklerini iletecekti.

Sunuculuğunu da bir başka sürpriz ismin, ünlü showman Mehmet Ali Erbil'in gerçekleştirdiği "Türk Dayanışma Gecesi"nde organizasyonun ağır topu olarak sahne alan Manço, çoğu artık klasikleşmiş olan 14 parçasını seslendirdi. Konserin ilk bölümünde ardarda 8 şarkı yorumlayan, bu arada parça aralarında da izleyicilerle -bugün izlendiğinde çok daha anlamlı hâle gelen- son derece hoş diyaloglar kuran sanatçı, ikinci bölümde yine en sevilen bestelerinden 6'sını daha okuyarak, kendisiyle özdeşleşen grubu Kurtalan Ekspres ile birlikte yaklaşık üç saat sahnede kaldı. Bu süreçte neler yaşanmadı ki... Almanya'daki yükselen ırkçılık dalgasına sahnede zaman zaman Almanca da konuşarak inceden inceye giydiren rahmetli, bir ara -daha önce ve sonra hiçbir konserinde görülmediği üzere- oğlu Doğukan'ı yanına çağırarak onunla düet yaptı. Sonlara doğru ise eline aldığı Türk bayrağıyla okudu şarkılarını. Konseri bitirirken söylediği şu sözleri ise o gün bugündür hiç unutmadım:

"Hepinizi Allah'a emanet ediyorum. Sizler de bir gün bu dünyadan göçüp gittiğimde şu Barış kardeşinizi unutmayın, olur mu!"

Manço ve Kurtalan Ekspres, kulakları çınlatan alkışlar arasında sahneden çekildiklerinde Hans Martin Schleyer-Halle, bir bölümü Alman konuklar olmak üzere toplam 12 bin izleyicinin tezahüratlarıyla âdeta inliyordu. Bu esnada ben ve ekip arkadaşlarım da dayanamayıp koyverdik gözyaşlarımızı. Hüngür hüngür ağlıyorduk, çünkü, "asla yapılamaz" denilen bu dev organizasyonu, en fazla 25'lerinde bir avuç genç adam olarak üç aylık soluk soluğa bir koşuşturmacanın sonunda nihayet lâyıkıyla başarmıştık.

"Türk Dayanışma Gecesi"ne o günlerde Alman basın-yayın organları da büyük ilgi gösterdiler. Etkinlik, başta Alman devlet kanalları ZDF ve ARD olmak üzere, bir çok radyo, televizyon ve gazetede geniş biçimde gündeme geldi; sağduyulu Alman medya mensuplarından "Türklerin, ülkede yükselen ırkçılığa sanat yoluyla anlamlı bir tepki verdikleri" yönünde yorumlar yapıldı. Amacımıza büyük oranda ulaşmıştık.

Alman faşizmi, bu organizasyondan sonra yabancılar üzerinde kısa bir süre daha terör estirmeye devam etti. Önce 23 Kasım 1992'de Mölln kentinde bir Türk ailesinin evi kundaklandı ve olayda ikisi çocuk biri kadın üç Türk yanarak can verdi. Ardından da Avrupa'nın yeni ırkçılık dalgasında bir milat oluşturan 29 Mayıs 1993 Solingen olayı yaşandı. O günün gecesi, otuz yılı aşkın bir süredir Almanya'da yaşamakta olan Amasyalı "Genç Ailesi"ne ait eve molotof kokteyli atan saldırganlar, bu aileden beş insanın uykudayken yanarak ölmesine yol açtılar. Olayın yaşandığı günlerde hâlâ Almanya'daydım ve konserin ardından haftalık olarak yayınlamaya başladığımız gazetenin yazı işleri müdürü olarak görev yapıyordum. Üst üste birkaç kez kazasız belasız sıçramayı başaran dazlaklar, bu defa sınırı fazlasıyla aşmışlardı. Almanya'nın dört bir köşesindeki yüzbinlerce Türk'ün ve bir o kadar da sağduyulu Almanın çabasıyla (aslında biraz da Bonn yönetimine "Nereye gidiyorsunuz?" sorusunu soran uluslararası baskıların artması sonucunda) hükûmet nihayet ırkçılık karşısındaki pasif politikasını değiştirdi. Olayın suçluları yakalanıp 10 ilâ 15 yıl arasında cezalara çarptırılırken, bu tür ırkçılık gösterilerine karşı daha etkin yasalar çıkartıldı. Ben ise, Solingen olayından sonra artık Almanya'ya daha fazla tahammül edemeyeceğimi farkederek yeniden yurda döndüm.

Ve Barış ağabeyi de bu son olaydan yaklaşık altı yıl sonra, soğuk bir İstanbul gününde ahirete uğurladık. Onunla Türkiye'deyken bir kez daha karşılaşmış ve konserimiz üzerine konuşup hatıralarımızı yâdetme olanağı bulmuştum. Sonrasında ise ikinci kez karşılaşmak kısmet olmadı.

Öldüğü gün herkes onun için birşeyler söyledi, birşeyler yaptı. Ben de CD çalarıma en sevdiğim parçasını takıp tekrar tekrar dinleyerek yolcu ettim onu:

"Unutma ki dünya fâni / Veren Allah alır canı / Ben nasıl unuturum seni / Can bedenden çıkmayınca..."

Mekânı cennet olsun.

  Zamanda Yolculuk diğer bölümler
  • 'İyi ki Sultanahmet'i bombalatmamışım!'

  • 'Cinnet kampı'nda 72 saat

  • Sahte Ramses'in izinde

  • 'Lanetli kız' balonu söndü

  • İnternet, 'yalan'da sınır tanımıyor

  • 'Cehennem' gerçek, ama 'sesleri' değil!

  • 'Efsane cin' enselendi

  • Medya tarihinin ilk 'yalan haber'i

  • Vahşetin filme aktarıldığı o an

  • Kimya tarihinin en trajik hatası

  • Dracula'nın İstanbul'a gömülen başı

  • Montezuma'nın bedduası

  • Kur'an-ı Kerim Ay'a nasıl gitti?

  • Dünyanın en iyi korunan 'taşları'

  • 'Efsane otomobil'e dokunmak

  • Ölümün en soğuk yüzü

  • Limitiniz doldu Bay Karun!

  • Tarihi tersyüz eden duvar resimleri

  • Osmanlı, 'Zapata'nın ülkesi'ni bile...

  • Geri dön   Mesaj gönder   Yazdır   Yukarı


    ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
    Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
    Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi