T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
Y A Z A R L A R 12 ŞUBAT 2006 PAZAR
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Bugünkü Yeni Şafak
 
  657'liler Ailesi
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Nar-ı Beyza
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

EKONOMİ-TOPLUM
Mustafa ÖZEL

Osmanlı geri kalmadı mı?

Batı Sistemi'nin üstünlüğü devletlerin örgütlenme biçimlerinden kaynaklanıyor. 19. yüzyılda, Osmanlı devleti, daha güçlü gibi gözükse de, Japonya'nın Batı istilası karşısında gösterdiği iktisadî direnci gösteremedi

Geçen haftaki yazıma gelen bazı (ve bence haklı!) tepkilerin özeti şu: Bizi şaşırtmaya devam ediyor, fakat gerçeği anlamamızı zorlaştırıyorsun. Anladık, Osmanlı ekonomisi düşündüğümüz kadar durağan değilmiş. Peki kardeşim, sonuçta bu yapı, tıpkı Hint ve Çin sosyo-ekonomik sistemleri gibi, Batı kapitalizmi karşısında çökmedi mi? Osmanlılar geri kalmamış olsalardı, sistemleri bugün devam ediyor olmayacak mıydı?

Öncelikle yapmaya çalıştığım şey, tartışmanın dilini değiştirmektir. Dile (söyleme) hükmeden, insanlara da hükmeder. Bir kere, çözülmeyen, çökmeyen bir sosyo-politik sistem düşünülemez. Bütün sosyal sistemler 'tarihsel'dir; yani insanlar gibi doğar, büyür ve ölürler. İnsanlara ölümsüzmüş gibi gelen tek sosyal sistem, içinde yaşamakta olduklarıdır. Kapitalizm, günümüz insanına ebedi bir sistem gibi gözüküyor. Osmanlılar da Devlet-i Aliye'ye "Devlet-i Ebed Müddet" derlerdi.

Şurası aşikâr: Adına ister Kapitalizm, ister Modernlik, ister Batı Sistemi diyelim; (batı) Avrupa merkezli bir sosyal sistem (ve onun okyanus-ötesi uzantısı), son 200 yılda dünyaya hem ekonomik, hem de askerî ve siyasî bakımlardan hükmediyor. Buna "ilerilik" dersek, dünyanın diğer bölgeleri göreli bir "gerilik" içindedirler. Fakat ilerilik-gerilik meselesi bu "zamanla sınırlı ve göreli" çerçevesinden çıkarılarak mutlaklaştırılıyor. Batı sistemini oluşturan insanların doğal zihnî ve kültürel üstünlüklerinden söz ediliyor. Bizim de "ileri gitmemiz" için, bu zihin kalıplarını benimsememiz gerektiği vurgulanıyor. Devletimizin resmî söylemi bile hâlen böyle değil mi?

Ben şunu söylüyorum: Batı Sistemi'nin üstünlüğü kısmî ve geçici bir üstünlüktür. Şu veya bu kültürel dokudan değil, esas olarak devletlerin örgütlenme biçimlerinden kaynaklanıyor. 19. yüzyılda, Osmanlı ve Çin devletleri, mutlak ölçülerle daha güçlü gibi gözükseler de, kendileri kadar güçlü olmayan Japon devletinin Batı istilası karşısında gösterdiği iktisadî direnci gösteremediler. Meiji Siyasası, toplumu öylesine yeniden örgütledi ve çalışmaya yönlendirdi ki, Japonlar kısa zamanda yarı-sömürge pozisyonundan çıkıp, sömürgeci güç konumuna geldiler.

Kömür ve sömürünün marifetleri

Kenneth Pomeranz, iktisadi gelişme bakımından Batı Avrupa'nın 19. yüzyıla doğru Çin'den ve diğer bölgelerden giderek uzaklaşmasını iki temel faktörle açıklıyor: Kömür ve sömürü. O da Wong gibi 1800'e gelinceye kadar Batı Avrupa ile başta Çin olmak üzere birçok bölge arasında hatırı sayılır bir ekonomik gelişme farkının olmadığını düşünüyor. Görüşlerini birkaç başlık altında özetlemeye çalışalım:

  • 19. yüzyıla gelinceye kadar, en ileri Çin bölgeleri hayat standardı, kişi başına tahıl ve şeker tüketiminden sağlanan kalori miktarı, ev ve giyim eşyası; kıtlıklara karşı tahıl ve gıda maddeleri depolama ve dağıtımı, uzun mesafeli tahıl ticareti, kumaş imalatı ve tekstil işçilerinin geliri; ekonominin ve bilhassa tarımın ticarileşmesi.. gibi hususlarda Avrupa'nın önündeydiler. 17-18. yüzyıl Çin'i, ayrıca Japonya'sı ve bazı bakımlardan Güneydoğu Asya ve Hind'i, Avrupa'dan daha gelişmiş idiler. Batı Avrupa'yı, hatta tüm Avrupa'yı Çin ile değil, Çin'in bir tek bölgesiyle karşılaştırmalıyız, mesela Yangze Ovası.

  • Sanayileşmenin arifesinde hakikatte birbirinden bağımsız birimler arasında farklar vehmetmek yerine, bu farkları yaratan önceden-mevcut bağlantıların önemini anlamaya çalışmalıyız. Bunların başında ekolojik ve girdi tasarruf edici gelişmeler gelmektedir. Sanayileşme öncesi büyümenin ekolojik tahribatı hem Çin'i, hem Avrupa'yı etkilemiş, ormanlarını (dolayısıyla odun arzını) azaltmış, özellikle bir alternatif olan kömüre karşı bunların fırsat maliyetlerini (fiyatlarını) yükseltmişti. Britanya'da kömür yatakları potansiyel sanayi merkezlerinin yanıbaşındayken, Çin'de kömür yatakları sahilden ve sanayi merkezlerinden o kadar uzaktaydı ki kullanımlarını ekonomik olmaktan çıkarıyordu. Dolayısıyla, İngiltere'de kömürün sürüklediği sanayileşme hamlesi Çin'de ve görece kömürsüz Hind'de gerçekleşmedi.

  • Avrupa ve özellikle İngiltere denizaşırı kolonilerinden muazzam kazançlar elde etti. Şeker/köle plantasyonlarından neredeyse bedava ithal edilen kaloriler, bunların Avrupa'da yüksek maliyetli üretimlerini gereksiz kıldı. Amerikan kerestesinin kullanımı Avrupa'da ve özellikle İngiltere'de ağaç kesme ve böylece odun ve yakıtı daha kıt hale getirme ihtiyacını azalttı. Hind'den pamuklu kumaş ithali de aynı işe yaradı: Pamuklular yünlü kumaşların yerini tutmadıysa da, yün talebini azalttı, böylece daha fazla çitleme ve ormansızlaştırma gerektiren koyun besleme ihtiyacını hafifletti. Avrupa pamukluluların bedelini nasıl mı ödedi? Münhasıran Amerikan kolonilerinden çok düşük maliyetle temin ettiği gümüşle.

    Japonya niçin başardı?

    Günümüzün etkili Çin tarihçilerinden Roy Bin Wong'a göre, erken modern dönemde Çin'de ve Avrupa'da benzer ekonomik-politik problemlere farklı çözümler bulundu. Bunları bir tek Avrupa modeline indirgemek haksız ve gayrıilmi olur. Bu dönemde Çin ve Avrupa nazik bir nüfus/kaynak dengesinin mevcut olduğu benzer ekonomik durumda işliyorlardı. Her iki bölge de aynı Smithyen dinamiğe tâbiydi: "Pazarların yaygınlaşmasıyla ortaya çıkan yüksek derecedeki bir işbölümü sayesinde ekonomik büyüme sağlıyorlardı." Her iki bölge de 1400-1800 arasında mütevazi ekonomik ve demografik büyüme hadleri gerçekleştirdi. Fakat Avrupa bahsinde, şu dört gelişmeden ötürü ekonomi Simthyen dinamiğin ötesine geçti:

  • Denizaşırı kaynakların ele geçirilmesi.
  • Cansız güç kaynaklarının kullanımı.
  • Uzmanlaşmış finans kurumlarının varlığı.
  • Yoğun teknolojik değişim patlaması.

    Avrupa'nın "Smithyen dinamiğin ötesine geçmesini" bu faktörlere bağlamak mantıken geçerli gözükse bile, yeterli değildir. En az bir Avrupa-dışı toplumda benzer faktörlerin aynı sonucu doğurduklarını göstermemiz gerekir. Wong, Japonya üzerinde hiç durmuyor; belki bir Çinli olarak gururuna yediremiyor. Oysa modern Avrupa'dan söz ettiğimizde, öncelikle coğrafi bakımdan Japonya'dan farklı gözükmeyen Hollanda ve İngiltere'den söz ediyoruzdur. Bu bakımdan, ileri sürdüğü kriterleri Çin'in yanıbaşındaki Japonya'ya uygulamamızda yarar var.

  • Japonya'da ülkedışı kaynakların ele geçirilmesi ihtiyacını onsekizinci yüzyıl boyunca yönetime sunan stratejistler hiç eksik olmadı. Honda Toşiaki (1744-1821), Japonların dış ticarete açılmalarını ve dört zorunlu ihtiyacı gidermek için bütün imkanlarını seferber etmelerini gerekli görüyordu. Hükümete Gizli Plan başlıklı layihasında bu dört kalemi şöyle sıralıyordu: Barut, metaller, gemicilik ve kolonizasyon. "Hollanda ve İngiltere gibi iki küçük ülke nasıl bu kadar gelişebilmişlerdi? Dünyanın yarısı Ruslara aitti ve Rusya bütün bunları Çariçe Katerina'nın bilgeliği sayesinde elde etmişti." Japonya'nın sanayi toplumuna geçişinde Tayvan ve Kore gibi ülkeleri sömürgeleştirmesi belirgin bir rol oynadı.

  • Cansız güç kaynaklarının sanayileşme sürecinde kullanımı bakımından Japonya'yı diğer Avrupa-dışı ülkeler arasında fark edilebilir bir konumda görmekteyiz. "1890'a gelindiğinde tüm sanayilerde kullanılan enerjinin yüzde 87'si buhar motorları ve buhar türbinlerinden elde edilmekteydi. Müteakip onyılda elektrik enerjisi öne çıktı; 1909 yılında makine sanayiinin enerji ihtiyacının yüzde 40'ı elektrikten sağlanıyordu."

  • Wong'un Çin bağlamında eksikliğini en fazla öne çıkardığı sorunlardan biri de finansmandır. Japonların bu alandaki atılımları akılalmaz boyutlarda oldu. Eski imtiyazları karşılığında kendilerine devlet bonoları verilen yüksek samuraylar, sanayi şirketlerinin yanısıra bankalara da ortak ve yönetici olmaya teşvik edildiler. 15 yıl içinde (1868-1883) kurulan kamu bankalarının sayısı 153'e, özel bankaların sayısı ise 204'e ulaştı. Bu kurumların sanayi girişimlerine olduğu kadar, ihracat ve ithalat faaliyetlerine katkısı muazzam oldu.

  • Japonya'da yoğun teknolojik dönüşümün devlet güdümünde Batı'dan teknoloji transferi yoluyla sağlandığı hemen akla gelir. Bir yanda devletin, diğer yanda eski seçkinler sınıfının (samuray) Batı teknolojisinin ithali ve sağlam bir Japon sanayileşmesinin temelinin atılmasında büyük katkıları olduğu doğrudur. Fakat tüccar ve zanaatçı sınıflarla bunların oluşturduğu küçük yerel birlikler olmasaydı, sadece ithal bilgi ve makinelerle sanayileşme gerçekleşemezdi. Japon sanayi devrimi ithal teknolojilerden ziyade, Tokugawa döneminde (1601-1868) geliştirilmiş tekniklerin yeni ortamda daha hızlı ilerletilmesine dayanıyordu.


    Erken modern dünya ekonomisi (1500-1800)

    (1) Denizin ve gümüşün Avrupalılarca yeniden 'keşfi' sayesinde, 16. yüzyılda uluslararası ticaretten DÜNYA TİCARETİne geçildi. Aslında Çin gemileri 15. yüzyıl başlarında Doğu Afrika sahillerine kadar uzun mesafeli seferleri başarıyla gerçekleştirebiliyorlardı. Müslüman bir devşirme olan ünlü amiral Cheng Ho komutasındaki Çin donanması 1405-1433 arasında yedi destansı sefer ile Çin devlet ve tüccarının mübadele ağını Çin Denizi'nden Ümit Burnu yakınlarına kadar genişletmişti. Ming imparatorları (iç siyasi nedenlerle) bunları yapmaktansa deniz keşiflerini ve ticareti bir yana itip, 1433'ten itibaren toplumlarını içe kapattılar. Böylece, iktisaden içeride sıkışıp, dışarıya doğru çıkış yolu arayan Avrupalı girişimci ve kralların ekmeğine yağ sürdüler. Avrupalılar dünya tarihinde ilk kez olarak bütün dünya denizlerinin birbirine bağlandığını ve hepsinde seyredilebileceğini öğrendiler. Bu 'öğrenim' Asyalılara pahalıya mal oldu.

    (2) Küresel denizin keşfi böylece nakliye teknolojisi engelini bertaraf edip dünya ticaretini kolaylaştırdı, fakat Avrupa'nın Asya ile (ve Asya-içi) ticarette rol oynayabilmesi için, Asya'ya rekabetçi şartlarla sunabileceği bir mal arzı mevcut değildi. Geniş üretim bölgeleri olan Hindistan, Güney Asya ve Doğu Asya'nın ise her geçen gün genişleyen bir para (gümüş) arzına ihtiyaçları vardı. Amerika'nın keşfi, Avrupalılara Asya sistemine girmek için gerekli gümüş arzını sundu. Asya, genişleyen iç ekonomisi için gümüşe bu denli ihtiyaç duymasaydı, Avrupalıların Amerika keşfi fazla kazancı olmayan bir serüvene dönüşebilirdi.

    (3) Asya'nın büyük üretim bölgeleri arasında, kökü çok eskilere uzanan bir mübadele sistemi vardı. Mübadelede kervan yolları kadar, deniz yolu da kullanılıyordu. Asya'nın dört bir yanında ticaret diasporaları mevcuttu. Çin, Ermeni, Yahudi, Arap ve Hind diasporalarının tarihi araştırıldıkça, tipik Asyalı girişimcinin Avrupalı meslektaşından hiç de farklı olmadığı anlaşılmaktadır.

    (4) Erken modern dönemin üç büyük Müslüman idaresi (Osmanlı, Safevi ve Mughal, yani Hind-Türk) 16, 17 ve 18. yüzyıllar boyunca Yakın Doğu ile Güney Asya'nın geleneksel medeniyet merkezleri arasında etkili sayılabilecek bir Pax Islamica oluşturmuşlardı. Bu göreli güvenlik ortamı hem iç, hem dış ticareti teşvik ediciydi.

    (5) İslamiyet, Hind Okyanusu çevresinde bir dünya-ekonomi oluşturuyordu: Merkezde Hindistan, iki dinamik kutbunda ise Çin ile Orta Doğu. Braudel bu bölgede bir değil üç dünya-ekonominin mevcut olduğunu belirtiyor: Kızıldeniz ve Basra Körfezi üzerinden Hind Okyanusu'na bakan, Arabistan'dan Çin'e uzanan sonsuz çöller zincirini kontrol eden İslam; nüfuzu Hind Okyanusu boyunca doğuya ve batıya doğru genişleyen Hind; ve, hem Asya'nın kalbine doğru uzanan büyük bir kara gücü, hem Pasifik'le sınırdaş denizleri ve ülkeleri kontrol eden bir deniz gücü olarak Çin. Erken modern dönemde (1500-1800) bu üçü bir tek sistem oluşturuyordu.

    (6) Asya-içi ticaretin hacmi, Asya-Avrupa ticaretine kıyasla çok büyüktü. 18. yüzyıl başlarında, Hind'in en önemli ticaret şehri olan Surat'ın toplam ticareti içinde Avrupa ile ticaretin payı 1/8 kadardı. Çin, Hind ve hatta İran'ın Asya-içi ticarete sunduğu ihracat malları sadece lüks mallar değil, esas olarak kütlevi ihtiyaç maddeleriydi; bunların başında çeşitli tahıllar, pamuklu kumaşlar, kumaş boyası, kereste ve atlar geliyordu.

    (7) Ticaret Müslüman Asya devletlerinin hepsinde itibarlı bir meslekti. Yöneticiler her uygun fırsatta bizzat ticaretle uğraşıyorlardı. Birçoğunun gemileri ve emtia depoları vardı. Tüccara savaş dönemlerinde bile ilişilmemesi yaygın töreler arasındaydı.

    (8) Hind Okyanusu eksenli dünya ticaretinin ilk Avrupalı aktörleri Portekizliler oldu. Sonra Felemenk ve İngilizler. Başarılarının kaynağı Avrupalıların kültürel veya ticari üstünlükleri değil, deniz esaslı askeri üstünlükleriydi.

    (9) Avrupalıların karşılaştığı Asya'da 16 ve 17. yüzyıllar boyunca ticaretin örgütsel yapısı son derece verimli ve incelikliydi. Pazar için üretim yaygındı. Kredi ve banka sisteminin belkemiği olan sarraflar, para sisteminin işleyişi için de vazgeçilmez idiler. Devletin denetimi altındaki özel darphaneleri bunlar işletiyordu.

    (10)Hind tüccarı önemli Avrupalı çağdaşlarına fazlasıyla benzemektedir. Surat'da 17 büyük ticaret gemisiyle Molla Abdülgafur ve devlet içinde devlet sayılan Virji Vohra, Bengal'de Jagat Seths ve Hace Vezid, Doğu Hind şirketlerine taş çıkartıyorlardı. Bazı aileler Batı dünyasındaki Fugger veya Mediciler gibi muazzam servetlere sahiptiler.

    (11) Avrupa'nın ticari üstünlüğünün temel bir dayanağının anonim şirketler olduğu söylenmektedir. İrfan Habib, Avrupa tüccarının Asya tüccarı üzerindeki zaferinin bir büyüklük ve teknik meselesi olmadığını kanıtladı: "Bu daha ziyade, aritmetik ve alışverişin bir hal çaresi bulamayacağı silahlı savaşçıların zaferiydi." Bazı tarihçiler, askeri üstünlüğün bile temel mesele olmadığını, Avrupa ile Asya arasındaki kritik farkın siyasi örgütlenmede yattığını ileri sürüyor. Osmanlı, Safevi ve Hind-Babür yönetimleri, Avrupa tüccarının rekabetiyle doğrudan ilintili olmayan sebeplerle çöküşe geçince, daha önce tüccar sermayenin büyük bir rahatlıkla dolaşabildiği geniş bir coğrafyada ticaret ve sermaye birikimi giderek tehlikeli bir meşguliyet olmaya başladı. Sermaye birikimini önleyen klasik imparatorluklar değil, aksine onların çözülmesi oldu.

    (12) Avrupa tüccarının erken modern dönemde daha üstün veya verimli muhasebe, finans veya ticaret tekniklerine sahip olduğu ileri sürülemez. Avrupalıların ticari rekabette Asyalı rakiplerinden geride oldukları kesindir (sabit maliyetleri çok yüksekti, pazar bilgilerinden yeterince haberdar değillerdi). 18. yüzyılda bile, Avrupalıların yeni ticaret veya imalat tekniklerinde Asyalılara öğretebilecekleri bir şey yoktu.

    Geri dön   Yazdır   Yukarı


  • ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
    Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
    Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi