T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
D Ü Ş Ü N C E   G Ü N D E M İ 25 TEMMUZ 2006 SALI
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Yurt Haberler
  Bugünkü Yeni Şafak
 
 
 
  657'liler Ailesi
  Ankara'da Şafak
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  İnsan Kaynakları
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye

  Yeni Şafak'ta Ara
 

YÖNETEN:
Yusuf KAPLAN


Savunmasız kadınları ve çocukları katleden bu barbarlığın hesabını kim verecek

Annesine ekmek yapmada yardım ederken başından vurulan kızlar, kontrol noktasında kocası vurulan, caddenin ortasında doğum yapıp ölü bebeğiyle kalakalan kadınlar, yüzlerce sakatlanmış insana bakan, evin maişeti için de koşturmak zorunda kalan yeni gelinler, el konulan mahsul ve daha anlatmakla okumakla bitmez acılar...

  YILDIZ RAMAZANOĞLU (*)
Mart 2005'de New York'da Manhattan'ın mutena semtlerinden birinde bir toplantı yapıldı. Dünya Kadın Konferansı çerçevesinde özel bir oturumdu. Konu kısaca Filistinli kadınlar ve şiddet. Çoğunluğu Amerika Yahudi toplumundan akademisyen ve diplomatların katılımıyla gerçekleşen toplantının düzenleyicisi Filistin topraklarındaki Yahudi kadınların en büyük organizasyonu sayılabilecek olan Haifa Feminist Center (Isha L'Isha) idi. Konuşmacılardan biri Arap asıllı doktora öğrencisi diğeri de örgütün etkin isimlerinden bir Yahudi kadındı. Soyut bir işgalden sözedilip resmi söylem çerçevesinde iki taraf da suçlandıktan sonra konuşmalar Filistinli kadınların uğradığı ev içi şiddete odaklandı.

KALPLERİNDEN VE BAŞLARINDAN VURULAN ÇOCUKLAR

Devlet terörizminin yol açtığı insanlık krizine yönelik güçlü eleştiriler beklerken, Filistinli kızın da şiddetten kadın erkek çatışmasını anlar hale gelmiş bir konuşma yapmaya kalkışması akıl sağlığımızı tehdit eder boyuttaydı.

İnsanların kafa konforu içinde mutmain ve anlayışlı bir yüz ifadesiyle konuşmacıları dinlemesi, derinleşmiş bir akıl ve kalp tutulmasını işaret ediyordu. Salon, hakikati geçirmeyen bir perde ile ince ince kuşatılmıştı sanki. Yapılacak iki şey vardı: Derhal mekanı terkedip açık havaya çıkarak bu beklenmedik zihin oluşturma, vicdan saptırma seansının yolaçtığı akut travmadan kurtulmaya çalışmak ya da toparlanıp söz almak.

Yahudi halkını yüzyıllar önce zor günlerinde bağrına basmış geniş yürekli bir halkın içinden geliyordum. Antisemit olma ihtimalim sıfırdı. Haziruna ilk önce bunu söyleyerek gardlarını almadan dinlemelerini rica ettim. Hazır burada aileye ve çocuklarına düşkün bu konuda son derece muhafazakar olan eğitimli ve seçkin kadınlarla bir araya gelmişken; gaddarca örülen duvar, duvarın bir tarafı Paris ve NY gibiyken yakılmış yıkılmış olan öteki taraf, keyfi olarak yerle bir edilen şehirler, kalpleri ya da başları nişan alınarak öldürülen çocuklar ve daha birçok şey karşısındaki hissiyatlarını öğrenmek istiyordum. Uzun konuşmaya saygılı ve sabırlı davrandılar, iyi bir özeleştiriden yana olanlar vardı ama genel olarak varoluş meselesinden sözediyorlardı. Barıştan yanaydılar. Politikacılar eleştirilebilirdi bazen. Hepsi bu.

İşgal devletinin kuruluşunun ellinci yılı anısına Savunma Bakanlığı'nın çıkardığı bir kitap vardı. Lionhearts (Heroes of Israil, 1998, NY).Burada satır aralarından anlaşılıyordu ki "kahramanlar" yüzlerce insan öldürmüşler. Peki kim bu kurbanlar? Yüzyıllardır Yahudi halkıyla ve başka halklarla saygı ve hoşgörü içinde yaşayıp giden toprağıyla uğraşan Filistin halkı. Peki neden? Avrupa'nın soykırımı telafi etmek yerine onları ebediyen Avrupa'dan uzaklaştırmak için ürettiği politika uğruna. Eşi görülmemiş bir proje için. Bir halk kovulup evlerine sevmedikleri bir başka halk yerleştirilecek. Orada Müslümanlara karşı bir ileri karakol ve tutukevi olacak.

Kitap için bizzat Ariel Sharon'un kaleme aldığı bir yazıda şimdiki fiili durumun nasıl oluşturulduğu açıkça görülüyor. Şimdi Lübnan halkını "evlerinizi terkedin yoksa yokedileceksiniz" diyerek yurdundan uzaklaştırma politikası yeni değil. 1950'lerde diyor Sharon, "durum henüz kötüydü, sadece bir milyondu nüfusumuz, şimdi altı milyon olduk, bu büyük mücadelelerle gerçekleşti." Askeri taktikleri anlatıyor uzun uzun.

Peki, Filistinliler ne oldu? Altı milyondular. Şimdi iki buçuk milyon. Acımasız bir zor ve şiddetle nasıl kovuldukları ortada. Kıyımdan kaçan milyonlarca insanın geri dönmeleri hiçbir şekilde gündeme bile alınamıyor. Bu eşi benzeri görülmemiş "yerleşimci"bir topluluk oluşturma girişimi dünyanın bütün kalpsiz güçlerinin ortaklaşa gerçekleştirdiği bir eylem olduğu için bombası olmayan öteki dünyanın buna itirazsızca boyun eğmesi bekleniyordu. Aksi halde "şok ve dehşet" operas-yonları, "gazap üzümleri" kıyımları başkaldıranları beklerdi.

Filistinlilerin verdiği asimetrik mücadele işte bu yüzden insanlığın onurunu birazcık bile dışına çıkanlar düşman.

TOPYEKÜN CEZALANDIRMA YÖNTEMİ

Şaron'un "Kahramanlar" kitabında öldürülen her Yahudiye karşılık topyekun ve korkunç bir cezalandırmanın esas olduğundan sözediliyor. Bu, kuşaktan kuşağa aktarılan ana prensipmiş savaşta. Kitapta buna "exact a high price" deniliyor. Küçük bir karşı koyuşu bile pahalıya maletmek. Şimdi İsrail Başbakanı Ehud Olmert "düşman olan herkesi öldüreceğiz" diyerek çıtayı yükseltti. Bu cümlede, "herkes bize düşman" paranoyası da gizli.

Filistinli kadınlar ve şiddet meselesine dönecek olursak:

Filistinli kadınların doğrudan kendi evlerinden ilk haberler Mart 2002'de gelmişti. Cenin katliamı zamanı. Ramallah tamamen kuşatma altındaydı. Birçok erkek evlerinden alınıp götürülmüş, tutuklanmış ya da gözaltına alınmıştı.

Halil Sakakini Kültür Merkezi'den İngilizce olarak dünyaya seslenen kadınlar, içinde bulundukları zor koşulları anlatıyorlardı. Çocuklar sabahlara kadar evlerin içinde güvenli yer arayarak oradan oraya kaçıyor, sebepli sebepsiz sürekli ağlıyorlar ve tuvalet olarak evin ortasına konulan bir leğeni kullanıyorlardı. Leğeni reddeden ve tuvalet için dışarı çıkan erkek çocuklar tutuklanıyor ya da dövülüyorlardı. Kuşatma altında gündelik hayata dair yazdıkları ayrıntılar inanılmazdı.

2002 Nisanındaki Cenin katliamı sırasında insan hakları örgütleri vasıtasıyla bir mesaj gelmişti maillere. İyi yürekli Gila Svirsky'nin çığlığıydı bu. Adil bir Barış İçin Kadın Koalisyonu adlı bir Yahudi örgütün aktivistiydi. Cenin'e sızmış ve şoka girmişti.

"Tam da Holokost'u Anma Günü'müzde yüzlerce Filistinli öldürülmüş, binlercesi yaralanmış. Ambulanslara geçit verilmezken kalan sağlar ölüleri evlerin avlusuna göm-meye çalışıyorlar. Hayal edebiliyor musunuz, anlamanızı istiyorum lütfen, su ve elektrikler de kesilmişti. Bu yıkım her şeyden önce bizim için travmatik".

Bu vahşete son vermek için bir dakikası olanlara, beş dakikası olanlara, on dakikası olanlara, bir saat ayırabilecek olanlara ayrı ayrı düşündüğü bir eylem planını etkili adreslerle birlikte yollamıştı. Bunları konuşmayan bir kadın hareketi olabilir mi?

BU CİNAYETİ NEDEN SEYRETMEKLE YETİNİYORSUNUZ?

31 Mart 2005 Amnesty İnternational, Occupied Territories : Women carry burden of conflict (İşgal Edilmiş Topraklar: Çatışmanın yükünü kadınlar taşıyor) BM insan hakları örgütünün raporu insanın kanını donduracak cinsten olaylarla dolu. Annesine ekmek yapmada yardım ederken başından vurulan kızlar, kontrol noktasında kocası vurulan, caddenin ortasında doğum yapıp ölü bebeğiyle kalakalan kadınlar, yüzlerce sakatlanmış insana bakan, evin maişeti için de koşturmak zorunda kalan yeni gelinler, evlilikleri engellenenler, yıkılan okullar, el konulan mahsul ve daha anlatmakla okumakla bitmez acılar...

Bu raporlar bile öyle gündem dışı ki, sadece ilgili birkaç uzman ilgileniyor. İnsanlığın gündeminden mümkün olduğunca uzak tutuluyor.

İnsanların yaşadığı hakikatle, medya ve akademi yoluyla imal edilen kurgusal gerçeklikler arasındaki uçurumu görünce yalan boloncuğunun içinden çıkmanın, çeperleri kırmanın ne kadar emek ve uzun soluklu çabalar istediği anlaşılıyor. Büyük Yahudi düşünür Levinas bile Filistin meselesine gelince, insancıllıktan vaz geçiyor, o başka diyor, o başka. Dünya tam bir yalan üzerine döndürülmek isteniyor. Baudrillard'ın tespit ettiği gibi direniş, doğrudan insan neslinin erdem ve iyilik için varoluşsal mücadelesi aslında.

Bu konuda insan hakları örgütleri de unutkanlıkla malul. Emrivakiler, şiddetle yaratılan fiili durumlar neredeyse insan hakları örgütleri eliyle meşrulaştırıldı. Bu örgütlerin kimi devasa bir propaganda ve reklamın parçası olma yolunda.

Herşey hızla unutuluyor. İnsan hakları örgütleri 1948'de vahşet ve katliamla kurulan devletin meşruiyetini tartışırdı. Sonra vicdan sahipleri 1967 sınırlarına çekilmenin şart olduğunu söylemeye başladı bir geri adım atarak.

Şimdi gündemde kaçırılan iki İsrail askeri bahane edilerek Filistin'in, Lübnan'ın harabeye dönüştürülerek fiilen etkisizleştirilmesi, yok edilmesi cinayeti ve barbarlığı var. Lübnan'ın başkenti Beyrut'u harabe ve hayalet kente çeviren vicdansız ve insafsız İsrail saldırıları, en çok savunmasız kadınları ve çocukları vuruyor. İnsan hakları, kadın hakları, çocuk hakları örgütleri, neredesiniz? Orada Filistin'de, Lübnan'da topyekûn yok edilme tehdidine karşı yarım asırdır varolma ve direnme savaşı vererek sizin, bizim, hepimizin insan onurunu koruyan ve kurtaran bu Müslümanlara yapılan vahşete ve barbarlığa neden ses çıkarmıyorsunuz; neden dünyayı ayağa kaldırmıyorsunuz? İnsanlığınızı mı yitirdiniz yoksa?

Kadına yönelik ev içi şiddet meselesi de artık asıl vahşeti unutturmanın önemli araçlarından biri. Bu durumda unutmayanlar, işgalin değil, adaletin diliyle konuşanlar dünyanın vicdanı olmaya devam edecek. Unutmak ve kanıksamak ağır bir suçtur zaten.

*Edebiyatçı-Yazar

Geri dön   Yazdır   Yukarı


ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Kültür | Spor | Yazarlar
Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi