Cinnet kuyularından cennet bahçelerine bir salik: Ayşe Şasa

Ayşe Şasa’nın kendi eserlerini yazma ve yayımlama maksadı zannediyorum ki benim gibi nice insana ilham vermekle hitama eriyor. Onun mezardan kalkmak gibi bir şey diye tarif ettiği dirilişi iliklerime dek yaşıyorum.

Ayşe Şasa.

MANOLYA GÖROCAK

Labirentler, girdaplar içinde ve kendi etrafımda dönenirken onun sesini ilk işittiğim anı çok iyi anımsıyorum. Ekşisözlük’te bir girdide, Delilik Ülkesinden Notlar’dan bir alıntı dikkatimi çekiyor. Akıllılar dünyası, kendi değerlerini mutlak sayan küçük ilahlar ve ilahelerle dolup taşıyor… diye başlayan kitabın girişinden uzun bir alıntı. Tam yirmi yedinin içindeyim. Kritik bir eşik, varoluş sorunlarını aşamayan Batılı müzisyenlerin (Janis Joplin, Jimmy Hendrix, Kurt Cobain, Jim Morrison) pes etmesiyle melun; müntehir hasadı bakımından verimli addedilmiş bir yaş. Benim o taraklarda bezim yok ama yaşama yönelik iştahım da pek cılız. Hayatla ilgisini intihar dışı yollarla koparmanın yöntemlerini araştıran bir bakıma enkaz, nefes alan bir mevtayım. Teodise meselesinde takılıp kalmış bir agnostik, on beş yaşında ayrıldığı taşrayla ilgisini kesmiş bir şehirli, köklerinden kopmak üzere olan bir feminist, özel sektörün ve modern çağın beş senede yaşam enerjisini emdiği bir yangınzedeyim. En öncesinden şimdi bahsetmeyeceğim.

YARALARIMIZ AYNI

Benden kırk iki yıl önce dünyaya gelmiş Ayşe Şasa’yı, İstanbul’da, anne tarafından yarı aristokrat baba tarafından tam burjuva bir ailede hasta eden salgın beni taşrada yakalamış. 1983 yılında Konya’nın Beyşehir ilçesinde petrol zengini burjuva bir ailenin ortanca kızı olarak dünyaya geldiğimde asrilik virüsü televizyon ve sinema marifetiyle artık taşraya yayılmış. Bir dönem Belediye Başkanlığı da yapan dedem, taşranın ilk otomobiline binen, ilk televizyona kavuşan şehrin ileri gelenlerinden, aynı zamanda Selki Köyünün de ağası. Ayşe Hanım, “Bizim burjuvazimiz Batılı burjuvazi gibi değil. Ne kültürden ne fikirden nasibini almış bir garabet…” cümlesini İstanbul için söylemiş, taşradaki garabeti varın siz hayal edin, İstanbul’dakinin karesini hatta küpünü alarak. Bir güzel betimlerim ama yerim dar.

Yaralarımız aynı onunla, yaralanma biçimlerimiz farklı. Ondan talihli olduğum kısım sevecen, o günün standartlarında ilgili bir anneye sahibim. Dadıdilini anadilinden önce öğrenmedim. Dokuz yaşıma kadar bir aile apartmanında babaannem, dedem, halalarım, amcam, yengem ve kuzenlerimle büyüdüm. Benim talihsizliğim… Boşverelim. Çöp dökmeye gelmedik, henüz filtresiz konuşmaya hak kazanacak kadar ihtiyarlamamış genç bir kadın olarak şu kadarını söyleyebilirim ki o metinden Ayşe Şasa’nın daima en ileri meleke diye bahsettiği “sezgisel” bir duyuşla bu kitabın ihtiyacım olan şey olduğunu anladım. Bir Ruh Macerası’yla birlikte bu kitabı hızla edindim. Bir çırpıda okudum. Ben dijital mecra çocuğuyum ve internetin olanakları ile entelektüel açılımları zorlayan neslin ilk temsilcilerindenim. Gelenekle irtibatım yok. O dönem, (2004-2011 arası) Ekşisözlük’te okurları ataerkil zihniyetin bayağılığına karşı uyarmayı ve ilk dalga feminizme sıkışmış zihinleri ikinci ve üçüncü dalga feminizmle tanıştırmayı ve takipçilerimi irşad (!) etmeyi vazife bellemişim. O zamanki dinimi hevesle tebliğ (!) ediyorum. Epeyce mürid (!) de toplamışım. Marksizme sempatim var ama Das Capital okuyacak kadar değil. Ya kalabalık arkadaş grubumla gezip tozmaya mola veremeyecek kadar eğlenceyle meşgulüm ya da böyle günlerin ertesinde gelen çöküntüyle. Manik-depresif tanısı koyulacak kadar keskin değişimler değil, yumuşak geçişler olduğu için hâlâ sözüm ona sağlıklı zümreden sayılıyorum.

Hayranı olduğum benden dört yaş büyük bir yazar hanım var sözlükte, Atlantisten Gelen Zekiye. Yazılarına, açtığı başlıklara, bilgisine hayranım. Bir punduna getirip kendisiyle tanışmışım. O benden önce uyanmış içinde debelendiğimiz nihil çukurdan hayır gelmeyeceğine. Sohbet hâlindeyiz sürekli. Heyecanla ona tavsiye ediyorum. O da okuyor. Bir heves, coşku uyanıyor içimizde. İslam gündemimize yeniden giriyor. Bozup söktüğüm, parçalara ayırdığım varlığım, kimliğim, onurum yeniden tamir ve bütün olmak için açlık çekiyor. Ayşe Hanım’daki iştahın bir benzeri bende uyanıyor. Dönüşümüm başlıyor, onun ömrünün dörtte üçünde çektiği acıları benim çekmeme gerek kalmıyor, çünkü ben artık Mesnevi okuyorum. Sadece Füsus’u değil Fütuhat’ı elime alıyorum, meal, tefsir, siyer… Ayşe Şasa’nın kendi eserlerini yazma ve yayımlama maksadı bana ve öyle zannediyorum ki benim gibi nice insana ilham vermekle hitama eriyor. Onun mezardan kalkmak gibi bir şey diye tarif ettiği dirilişi iliklerime dek yaşıyorum. Resmî ideolojinin paramparça ettiği otantik benliğimiz, terzilerin gelip diktiği, ama dikişlerinin çok geçmeden atmaya başladığı bize ait olmayan yeni kimliklerimiz, bu topraklarda sanatı, fikir dünyamızı akamete uğratan zorbalıklar, yaşadığımız kültürel şizofreninin nedenleri bir anda apaçık ve anlaşılır biçimde önümde beliriyor. Resmî ideoloji dışındaki kaynaklardan tarihi bir kez daha okumam gerekiyor.

İSLAMİYETLE AÇILAN YENİ KAPI

Ayşe Şasa bende öyle tesir bırakıyor ki Delilik Ülkesinden Notlar başlığının ilk girdisini yazan yazarla tanışıyorum ve hatta evleniyorum. Müftülükten emekli kayınpederim, aynı zamanda bir bibliyofil, beni Danimarkalı Gelinim diye seviyor... Ama çıktığı nüveye artık burun kıvıran bir ex-İslamcıyla evlenmek İslam’la tanışmak kadar kusursuz olmuyor. Bir buçuk sene zar zor yürüyor evliliğim. Neredeyse benimkiyle aynı gerekçeyle yapılmış Ayşe Hanım’ın ilk evliliği de o kadar sürmüş, bir düğüm daha atılıyor beni ona bağlayan sevgi bağına. Evliliğim süresince, öncesinde ve sonrasında bana eşlik eden kronik depresyonum belki şizofreniye dönmeye ramak kalmışken beni hezeyanlardan koruyan, İslam’ı hayatımın merkezine koymak oluyor. Yani, Ayşe Hanım, Hızır gibi yetişiyor imdadıma. Onun hayatını senaryolaştırabilecek kendisi kadar yetenekli bir senarist daha olsaydı keşke diyorum. Yaşamını beyaz perdede izlemeyi çok arzu ediyorum. Yazdığı çoğu şeyi okumuş ve hayran kalmış biri olarak inşa ettiği en güzel eserin kendi şahsiyetli ve ışıltılı varlığı olduğunu düşünüyorum. Hakikat saplantılarındaki şahsiyetli duruş açısından Simone Weil’i ona benzetiyorum. Acıdır ki Simone, yazgı ve akıbetiyle onun kadar talihli olamadı.

Hâlâ mutlu değilim, ama bir anlamı var hüznümün artık, katlanması daha kolay, savaş bitmiyor, cephe değişiyor. Şasa da “Anlam ve onur. Bütün savaşım bu ikisini, cinnet anlarında bile savunmak.” diyor. Onun manyetik alanına çekildiğim, sezgiyle itildiğim şeyin anlam ve onur arayışı olduğunu idrak ediyorum. Bir vasiyet kabul ediyor, maksim ediniyorum şu sözlerini:

Bulunduğum noktada, bana bir tek çözüm kalıyor-, saygınlığımı korumak için, sanatçı kimliğimi pekiştirmek, yazar olarak mesleğimi sürdürmek, çevremle aramdaki inanç kopukluğunu mümkün mertebe gizleyerek, düşüncemi sanatsal ifade kalıpları içinde savunmak.

Onu bulmak, elini öpmek, teşekkür etmek istiyorum. Rauf dayısından kalma eski koltukta (sonradan okuduğum Matmazel Noraliya onun gibi canlanıyor gözümde, gerçi o minyondu) gücü yettiğince tefekkürle meşgul zihni, zikirle meşgul dili gözümün önüne gelince ona rahatsızlık verme endişesi bana mâni oluyor. Kısa zaman sonra bu ihtimal ortadan kalkıyor. Onu Bir Ruh Macerası’nın son paragrafında sözünü ettiği geçmişe doğru hayaline uğurladığımıza öyle içten inanıyorum ki:

Herkes geleceğe doğru hayal kurar; bense geçmişe doğru… Bir bahçeye yolculuk yapıyorum… Manolyalar, frenk üzümleri, yıldız çiçekleri, çimenler; tam bir cennet bahçesi… Bir zamanlar, yani çocukluğumda öyle bir bahçenin ortasındaydım; ama o nimetin o günlerde şükrünü eda edebilme hassasiyetine sahip değildim. Şimdiki hâlimle; aklım ve gönlümle o güzel bahçeye dönüyorum… Çimenlerin üzerine seccademi serip şükür namazı kılıyorum. Bu benim geçmişe doğru yolculuğum, geçmişe dönük hayalim.

Şimdi benim geleceğe dönük hayalimde Ayşe Şasa, manolyalar, frenk üzümleri, yıldız çiçekleri, çimenler; tam bir cennet bahçesi içinde yaşıyor. Manolyalar içinde yaşıyor. Manolyaların içinde yaşıyor.