Sezai Karakoç’tan gelmek

Sezai Karakoç kürsüye çıkıp konuşmaya başladı ama Ömer Erdem’in dediği gibi polislerden ve bir avuç insandan başka meydan bomboştu. Yanımda rahmetli çizer Necdet Konak vardı; ikimiz de ağır bir hüzünle arkamızdaki elektrik direğinin önüne çömeldik ve ağlamaya başladık.

Sezai Karakoç

Arif Ay

Sezai Karakoç, Muhyiddin İbnü’l Arabi’nin, İmam Gazali’nin, Hacı Bektaş Veli’nin, Hacı Bayram Veli’nin, Mevlânâ’nın, Yunus Emre’nin yüzyılımızdaki temsilcilerinden biridir ve bir medeniyet kuramcısıdır. O, bir kaynak suyu kadar tabiî; arı duru bir sanat ve fikir mimarı; “ulu hocalar”ın öğretemedikleri “kesik dans”ı öğreten bir öğreti kürsüsüdür. (Sezai Karakoç’un “kesik dans”tan kastı sanat, estetik olmalı; “ulu hocalar”ın en büyük eksikliği de bu değil mi zaten. Aynı durum bugün de sürüp gitmektedir ne yazık ki…)

Sezai Karakoç’la tanışmasından, 13 yıllık birlikteliğine, onun gündelik hayatına dair anılarından, gözlemlerinden, tanıklıklarından mizacına dair tespitlerine, yoksulluğundan cömertliğine, kahvehane düşkünlüğüne, Monna Rosa’dan aşka, Diriliş’ten dergiciliğine, particiliğine, İstanbul sevgisine, kent bilincine, ölüm algısına, şairliğine ve şiirine dair anekdotlara, bir zamanlar kendisinin yakınında bulunmuş insanlardan, yakınında bulunduğu insanlara, hatıralarına, İkinci Yeni’den modern Türk şiirine, Sezai Karakoç’un kişiliği ve şiirine dair düğümleri çözmeye yönelik Ömer Erdem’in kaleme aldığı “Günler Çözüldükçe / Sezai Karakoç’a Doğru” adlı kitabını (Everest Yayınları, Ocak 2024) biraz da kendi hikâyemle örtüşen yanlarından dolayı büyük bir ilgiyle okudum.

Ben de Nuri Pakdil’le, Ömer Erdem’in Sezai Karakoç’la tanıştığı yaşta (17 yaş) Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde öğrenciyken tanışmıştım ve kırk yılı aşan birlikte bir yürüyüşü başlatmıştı bu tanışma.

BİR AVUÇ İNSANA DAİR

Sezai Karakoç’u ise Bor Şehit Nuri Pamir Lisesi’nde öğrenciyken kasabanın radyo tamircisi emekli astsubay bir ağabeyin hediye ettiği Yağmur Yayınları’ndan çıkan “Sesler” kitabıyla tanışmıştım.

Söz konusu ortak yanlardan biri de Diriliş Partisi’nin ilk meydan konuşmasının yapıldığı Bursa Fomara Meydanı’nda Sezai Karakoç’un konuşmasını dinlemem. Ankara’dan dört beş araçla bir grup arkadaşla gitmiştik Bursa’ya. Sezai Karakoç kürsüye çıkıp konuşmaya başladı ama Ömer Erdem’in dediği gibi polislerden ve bir avuç insandan başka meydan bomboştu. Yanımda rahmetli çizer Necdet Konak vardı; ikimiz de ağır bir hüzünle arkamızdaki elektrik direğinin önüne çömeldik ve ağlamaya başladık. Büyük bir yalnızlığın, dışlanmanın, bunca emeğe karşı bir maya tutturamamanın verdiği üzüntünün bir sonucuydu belki de bu ağlama, bilemiyorum. Meydanı Ömer Erdem şöyle betimler:

“Her yer polis doluydu. Çatılarda bile eli silahlı polislerle kontrol altındaydı. Meydanda ise bir avuç insan vardı. Bursa teşkilatı eski tip bir damperli kamyonu kürsüye dönüştürmüştü. Anons yapılıyordu. Ben de yanındaydım Karakoç’un. Horoz merdiveni gibi geçici bir şey konmuştu araca çıkması için. Heyecanlıydı. Elleri hafiften titriyordu. Birden gözüm bir polise takıldı. Esmer ve kavruk yüzlü bir polis, gözlerini yazıklanma duygusuyla bir noktaya yoğunlaştırmıştı. Gri, ince çizgili eski bir takım elbisesi vardı Sezai Karakoç’un. (…) O elbiseyi alalı yıllar olmuştu anlaşılan. Zaman zaman büroda iğne iplikle kendince tamir ederdi. Fakat ipler teyellenirken sağdan sola uyumsuzca gezinirdi. En ucu ise çoktan eprimişti. Polis, bütün ezilmişliğiyle, oraya, paçaya bakıyordu.” (S. 77)

KARAKOÇ VE PAKDİL MEKTUPLARI

Ömer Erdem’in Sezai Karakoç’a dair tespitlerinden Sezai Karakoç’la Nuri Pakdil’in mizaçlarının bazı yönleriyle benzeştiğini fark ettim. Söz gelimi, ikisi de gemilerinin tek kaptanı olmuştur. Yardımcı ya da ikici kaptan olmayı asla istememişlerdir. Yoksulluk ikisinin de kaderi adeta. Cömertlik ve dava adamlığı, adanmışlık ikisinin de en hasbi özelliğidir. İkisi de davalarından her ne pahasına olursa olsun asla taviz vermez. İkisi de tüm ilişkilerini, karşısındakinin davaya yakınlığını ya da uzaklığını ölçü alarak düzenler.

Söz buraya gelmişken, kitapta dikkatimi çeken hususlardan biri de Nuri Pakdil adının hiç geçmemesidir. Oysa, Sezai Karakoç’a yakın ya da uzak pek çok kişinin adı geçiyor. Bir zaman Diriliş dergisine omuz vermiş, yazıları, şiirleri yayımlanmış Rasim Özdenören’in, Cahit Zarifoğlu’nun, Erdem Beyazıt’ın, Akif İnan’ın isimleri geçip de Nuri Pakdil’in isminin geçmemesine hayıflanmadım desem yalan olur. Üstelik ismi geçenleri Bitlis’te askerlik görevini yaparken mektuplar yazarak Sezai Karakoç’la tanışmalarını sağlayan da Nuri Pakdil’dir. Dahası var: Sezai Karakoç’un Nuri Pakdil’e yazdığı mektuplar. Sezai Karakoç’un Nuri Pakdil’e yazdığı ilk mektup 5 Şubat 1955 tarihini taşır. O tarihlerde Sezai Karakoç Mülkiye’den mezun olmuş ve Ankara’da Maliye Bakanlığının bir biriminde çalışmaya başlamış. Mektup “Kardeşim Nuri Pakdil” hitabını taşır ve “Beni hatırlarsın sanırım. Mektup yazmıştın. Cevap vermiştim. Kim kesti bilmiyorum. Ben kesmişsem affet” cümleleriyle başlar. Sezai Karakoç çıkardığı “Şiir Sanatı” dergisinden 25 adet gönderdiğini yazar ve Nuri Pakdil’den de Maraş Lisesi’nde çıkardığı Hamle dergisini ister. (Koca Adam Merhaba! / Nuri Pakdil’e Mektuplar, s.25, Hazırlayan Necip Evlice, Edebiyat Dergisi Yayınları, Şubat 2024)

İkinci mektup 9 Mayıs 1955 tarihini taşır ve bu mektupta “Sana şiir gönderiyorum. Basıp basmamakta yalnız zevkini ölçü yap. Burada, inan, en büyük dergiler istediler vermedim; vermeyeceğim de. Gönderdiğim şiir de en iyi şiirlerimdendir. Biraz eskice. İşte o kadar. Çok şiirim var. Bunları yayımlayıp bitirirsem beni çok değişik göreceksin” der. (Age, s.29)

Sezai Karakoç’un Nuri Pakdil’e gönderdiği şiirler: Aralık 1954’te yazdığı ve “Şahdamar” adlı kitabına aldığı “Çay” ve Ocak 1955’te yazdığı “Sessiz Müzik” şiirleridir. “Çay” Hamle’nin 15 Mart 1955 tarihli 16. Sayısında, “Sessiz Müzik” de15 Nisan 1955 tarihli 17. Sayısında yayımlanır.

Sezai Karakoç, “Beyoğlu, 25 Mart 1957” tarihli mektubunda Beyoğlu Maliye Dairesi’nde çalıştığını, o tarihlerde İstanbul’da olan Nuri Pakdil’le buluşmak istediğini belirtir ve gelirken de Hamle’nin “Sessiz Müzik” şiirinin yayımlandığı sayısını getirmesini ister.

Nuri Pakdil’in babasından kalan tarlayı satıp, parasını Diriliş için gönderdiğini, Diriliş için Ankara’da Büro aradığını da yine Sezai Karakoç’un mektuplarından öğreniyoruz.

1955 yılından 1967’ye 12 yıl boyunca Sezai Karakoç, Nuri Pakdil’e 22 mektup yazar. Nuri Pakdil’in Sezai Karakoç’a yazdığı mektuplar ortada olmadığı için sayısını da bilemiyoruz. Umarım o mektuplar da bir gün gün ışığına çıkar.

İKİNCİ YENİDE UFUK ÇİZGİSİ AYIRIYOR

Sezai Karakoç İkinci Yeni şairi miydi? Modernist bir şair miydi? Ömer Erdem kitabında çok tartışılan bu konulara da değiniyor.

Sezai Karakoç’u İkinci Yeni’den ayıran asıl unsur: Onun, tarihin dışına, hayatın dışına atılmış medeniyetimizin şiirini yeniden kurarak çağın idrakine sunmasıdır. O, “Kalbimde Allah’ın elleri var” diyen bir şair. O, “Sanat tutumum genel dünya görüşümün bir bölümünden başka bir şey değildir. Onu bir sesin, yeni bir sesin sırtına yüklemekten ibarettir. Benim şiirim, aşk, hürriyet, yaşayış ve ölüm gibi var olmanın dinamitlediği noktalardaki trajik espiriyi, irrasyonele ve absürde bulanmış (Mutlak)’ı zabt etmektir” der. O “Şiir pencerelerini Allah’a açtıkça şiirdir” der. Bu yüzden de İkinci Yeni poetikacıları onun şiirini “çağ dışı”, “çöl şiiri” ya da “kara ütopyanın şiiri” diyerek dışlamışlardır. Aslında onu İkinci Yeni şairleri de anlamış değil. “Bulgucu”, “En ilkelle en modern arasında durur” diyen Cemal Süreya’nın dışlayıcı, ötekileştirici tavrına karşın, onu biraz anlamış gibi görünen İlhan Berk: “Sezai Karakoç’un şiirleri, resullerin sözleri gibidir” diyebilir ancak.

İkinci Yeni’cilerin ufku asla Sezai Karakoç’un ufkuna yaklaşamaz. Arada uçurum var. Sezai Karakoç aslında: “Benim İkinci Yeni’yle ilgim aynı dönemde şiir yazmam ve belki biçim bakımından bazı ortak yanlarımız bulunmasından ibarettir” diyerek noktayı koyar. (Diriliş, s.73)

Biz istediğimiz kadar onun düşüncesini ve şiirini Batı kavramlarıyla ele almaya çalışalım. O, yerini, duruşunu çoktan sabitleştirmiştir. Tıpkı “Zamana Adanmış Sözler”deki şu dizeler gibi:

“Bana ne Paris’ten / Avrupa’nın ülkü mezarlığından / Moskova’dan Londradan Pekin’den / Newyork / Bütün bu türedi uygarlıklar umurumda mı / Birazcık Roma’yı hesaba katabilirdim / Ama Roma / Kendi kendini inkâr edip durmakta / Buz gibi eriyerek / Bir kokakola / Veya bir votka bardağında” (Gün Doğmadan, s.426)

Ömer Erdem’in kitabında üzerinde durulacak pek çok konu var; fakat bir tanıtım yazısının sınırlarını aşacağından bir başka yazıya bırakıyorum.

Sezai Karakoç’u yakından tanımak isteyenlere pek çok kapıyı birden açan bir kitap: “Günler Çözüldükçe / Sezai Karakoç’a Doğru”.